Annemin ilaçlarını almaya gittim eczaneye.
400 lira fark istediler.
“Yok artık!” demem lazımdı hayretle, dedim de zaten içimden.
“Ne o yalı mı alıyoruz?” dedim.
Zira iktidarımıza bakarsanız paramız o kadar değerli ki; “Harca harca bitmeyecek 12.500 lirayı” biz emeklilere layık görüyorlar.
“Yiyin işte!” der gibi.
O sebeple “400 lira fazla” dedim.
Çok becerikli iktidarımızın sabah akşam övündüğü ve en başarılı saydığı sağlık sisteminde ilaç almak için 400 lira üste para veriyorsak, bu işte bir gariplik var demektir.
“Hani 92 yaşındaki annemi hazırla, götür, getir, uğraş didin” kısmından kurtulmak için direkt eczaneye gidip parayla alsam ilacı acaba kaç para?
Eh böylesi daha kolay tabi.
Merak içgüdüsüyle zaten arkadaşım olan eczacıya sordum; “Bu ilacın kendisi kaç para?”
Eczacı arkadaşım yakın gözlüğünü takarak şöyle bir baktı önündeki bilgisayarının ekranına; “113 lira 62 kuruş” dedi.
Anladım.
Peki farkı ne kadar?
42 lira 80 kuruş.
Öyleyse kısa bir hesaptan sonra yüzde 37 gibi bir rakam devlete gidiyor.
Hamam tası gümüşten, ne anladım bu işten?
Eczacı kardeşim kısa bir açıklama yaptı:
“Bu ilacım muadili var. Onu yazdırsaydın ücret ödemezdin.”
Haydaaa!
Nasıl iş bu?
Sistem nasıl çalışıyor?
Şöyle;
Ücret ödenmeyen ve muadili satan ilaç firması, devlete indirim yapıyormuş.
Bu benim aldığım ilacın yapılmayan indirimini, devlet bizden alıyor.
Anladım.
Peki doktor yazmadan önce bize dese ki: “Bak kardeş, bu ilaç için 42 lira fark var, şu ilaç ise bunun muadili bunda fark yok…”
Elbette böyle bir şey olamaz.
Doktorun işi gücü yok, bir de ilaç koşturacak “Fark var mı, yok mu?” diye.
Öyleyse neden?
Gazeteci arkadaşım ile konuşuyoruz.
Doktorlar neden bu ilacı yazıyor o halde?
Madem muadili var…
Buna cevabım var da, buradan yazamıyorum.
Bu arada aklınızda şu soru takılı kaldı değil mi?
Madem ilaç 113 lira, farkı 42 lira sen neden 400 lira verdin?
İşte işin en çarpıcı sorusu.
İşte de cevabı:
113.62 liralık ilaçtan 5 adet alıp kutu başına 42.8 lira,
237.63 liralık ilaçtan 4 adet alıp kutu başına 46.75 lira fark ödersen,
Toplam 402 lira 17 kuruş ödersin.
Ben de kredi kartımı uzatıp, ödedim zaten.
En başarılı oldukları sağlık sistemi kredi kartlarıyla çalışıyor.
Yahu size “Bunlar beceriksiz” diyorum da inanmıyorsunuz…
Gelelim bununla bağlantılı başka konuya.
Kocaeli'nin Gebze ilçesinde Esed rejiminin devrilmesini kutlayan Suriyelilerin araçlarının yolunu kesen şahıs, gözaltına alınmıştı.
Haber buydu.
Suçu ise “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama…”
Ne demiş adam?
“Nerede izin? Yok izin alacaksın. Sabahın köründe kalkıp trafik yapmayacaksın. Kaş göz yapma, aldın mı iznini? Memlekette bu kadar şehit varken size hayırdır? Konuşmayın lan izin alacaksınız. Bu memlekette bu şehitler varken burada yürümeyeceksiniz. Dağılın lan, dağılın lan, yürüyüş yok…”
Biz şimdi Esetci miyiz?
Değil miyiz?
Suriye’ye karşı mıyız?
Değil miyiz?
Bu adam doğru yapmış mı?
Derhal bakalım “Toplantı Ve Yürüyüş Kanununa…”
Şöyle diyor:
Anayasa'nın “Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” başlıklı 34. maddesine göre “Herkes önceden izin almadan silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”
Dolayısıyla “Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak için yetkili makamlardan izin almak gerekmez.”
Yani Adamlar haklı.
Anayasaya göre izin almadan yürüyebilirler.
Peki o zaman yürümek isteyen doktorlara, madencilere, Tekelcilere, işçilere ve başkalarına bu ülkede neden müdahale edildi?
Ve hala ediliyor.
Madem onlara ediliyor, Suriyelilere neden edilmiyor?
Neyse geçelim şuraya.
Gazeteci arkadaşla konuşuyoruz;
“Kim, kimin memleketinde kime karşı gözaltına alınıyor. Burası bizim vatanımız değil mi?”
Cevap geldi;
“Peki ama sana ilaç paralı, ona bedava.
Sen 30 sene çalıştın maaş aldın, o bedavadan maaş alıyor.
Sen doktora gittiğinde sıra bekliyorsun, onun önceliği var.”
Düşün bakalım bu vatan kimin?
Pazartesi hava yağmurluydu.
Her zamanki gibi “Spor olsun” maksadı ile işe yürüyerek gidiyorum.
Arap İbrahim Paşa Caddesi’nden yürüyorum.
Burası cadde gözükse de dar bir sokak gibi.
Kaldırımları daracık, iki kişi yanyana sürtünerek geçilebiliyor.
(Zaten dar olan bu kaldırımlara sağolsun esnaf da mallarını koyunca düşünün durumu siz)
Yol ise kilit taşlardan yapılma.
Nostaljik bir havası var.
Ancak ağır tonajlı kamyonların geçişleri ile tekerlek izlerinin yerleri çökmüş.
Yolda iz yapmış.
Normal günde bir zararı yok.
Ama yağmurlu günde?
İşte bu çökmüş olan yerlere yağmur suyu dolunca, siz kaldırımda yürürken yanınızdan geçen bir araba buradaki suya girince ve de üzerinize sıçratınca?
Kaçacak yeriniz yok, dedim ya kaldırım tek kişilik zaten.
Yağmur hızla yağıyor, çocuklu bir kadın karşıya geçecek caddede.
Bir Allah’ın kulu kadına yol vermedi.
“Yuh!” dedim içimden.
İşte bizim sorunumu bu:
“Empati yapmayı bilmiyoruz…”
“Şuradan hızlı geçersem kaldırımdaki yaya ıslanır mı? Bu yağmurda ben arabadayım ama şu kadın ve çocuğu yağmurda ıslanıyor mu?” gibi düşünceler kıt kafalarda yok.
Kendinden başkasını düşünmeyen bu zihniyetle biz nereye, nasıl gideceğiz?
Hani “Komşusu açken tok yatan” kısmı var ya?
Bu insanlar komşusunu böyle mi düşünecek?
Yağmurda kadının ıslanmasına aldırmayanlarla mı yola çıkacağız?
Geçin bunları!
Dünya artık menfaat dünyası olmuş.
Herkes kendini düşünüyor.
Her şeyin menfaat ve para olmadığını bir gün gelecek anlayacağız belki ama o zaman da geç olacak…
Bknz: Libya, Irak, Suriye, Lübnan, Yugoslavya, Çekoslavakya
Mesela dedim…
“Yahu şimdi konuyu hangi ara bu Arap Baharı yaşamış veya dağılmış ülkelere bağladın?” şeklinde sorarsanız, size Nejat Uygur’un derin bir sözü ile cevap vereyim;
“Anlayan anladı…”
NİKÂH MEMURU
Evlenen bir çifte tavsiyelerde bulunan bir nikâh memurunun sözleri oldukça manalı.
Memur kendisine görev edinerek çiftlere bundan sonraki yaşamları için dikkat çekici, yol gösterici, uyarıcı ve memnun edici bir konuşma yapmış.
Sadece nikâhı kıymak için değil, evlilere kıymamak için bir konuşma yapmış.
Kutlamak lazım. Bravo…
Bakın ne demiş;
“Evliliklerinizi başkalarının evlilikleriyle kıyaslamayın,
Peri masallarına aldanmayın; Çünkü gerçek değil,
Mükemmeli aramayın; Hiçbirimiz mükemmel değiliz,
Birbirinizin geçmişini sorgulamayın; Adı üstünde geçmiş,
Eşinizin sizin zihninizi okumasını beklemeyin; Maalesef bunu hiç kimse yapamıyor,
İstediğiniz ya da istemediğiniz her şeyi açık açık söyleyin; Konuşarak her şeyin çözülebileceğine inananlardanım.”
“Birbirinize yaşam alanı bırakın, evlendiniz diye her şeyi birlikte yapmak zorunda değilsiniz…”
Memur devam ediyor konuşmasına;
“Çok bilindik bir hikâye vardır;
Kirpiler eşlerine dikenlerinin boyu kadar yaklaşırlarmış.
Bilirmiş ki çok yaklaştığında dikeni batacak eşinin canı yanacak, sizde birbirinizin canı yakmamak adına o yaşam alanını lütfen bırakın birbirinize…”
Devamında şu cümlelerle konuşmasını sonlandırıyor;
“Evliliğinizi yaşarken birbirinizin üzerine hesaplar yapmayın. Hesapsız yaşayın, haritalara bakmadan yol alın.
Lütfen ama lütfen birbiriniz sahibi değil yoldaşı olmaya çalışın.
‘Her şey güzel olacak’ sözünü vermeyin, maalesef ki olmuyor ama ola ki ‘Her şey kötü olursa ben yine senin yanındayım’ sözü çok daha kıymetli.
Bir de çok sevdiğim bir söz var benim;
‘Ses yankısını duymazsa kaybolur gider ve insan da öyle’
Kulak verin birbirinizin söylediklerine, ne demek istediğinizi anlamaya çalışın. Birbirinizin yankısı olun kaybolup gitmeyin…”
Bir nevi ders vermiş memur.
Hayat dersi.
Yeni evlilere ışık olacak, ömür boyu kullanacakları ve bir ders…
JULİANE
24 Aralık 1971 tarihinde Juliane ve annesi Maria Koepcke, Peru'ya gitmek için içinde 92 yolcunun olduğu uçağa bindi.
Uçuş her uçakta olabilecek şekilde türbülanslarla geçti.
Önceleri her şey normal gibi gözüküyordu ama giderek işin daha ciddi olduğu anlaşıldı.
Yolculuk bir anda korkunç bir deneyime dönüştü; Peş peşe Yıldırım çarpması ile şiddetle sallanan uçakta her şey birbirine girmeye ve insanlar çaresizlikler içinde ağlama başladı.
Yaklaşık 10 dakika sonra uçak büyük bir şiddetle Peru yağmur ormanlarına düşmeye başladı.
3 kilometrelik bir mesafeden yere çakılan uçakta tek sağ kalan kişi o zamanlar henüz 17 yaşında olan Juliane oldu.
Juliane kazadan önce boş olan üçlü bir koltuğa oturmuştu ve üçlü koltuk kaza anında uçaktan kopmuş ve hızla uçaktan ayrı bir parça olarak ormana düşmüştü.
Juliane kurtulmuştu ancak köprücük kemiğini kırmıştı, bacaklarında derin kesikler vardı ve dizindeki bir bağı kopmuştu ama her şeye rağmen yürüyebiliyordu.
Üzerinde mini bir elbise vardı ve özellikle gece vakti soğuk başlı başına bir sorundu. Ayrıca gözlüklerini de kaybetmişti ve bu da görüş mesafesini ciddi oranda düşürüyordu.
Juliane, gece yabani hayvanların sesi ile korkmaya ve titremeye başlamıştı, güvenli olduğunu bildiği için küçük bir dere buldu ve suya girdi, uçak enkazından kalan şeker, çikolata ile ormanda bulduğu diğer gıdalarla beslenmeye çalıştı.
Şartlar giderek ağırlaşırken Juliane, dördüncü günde ormanın bir ucunda uçak kazasında hayatını kaybeden kişilerin cesetleriyle karşılaşınca büyük bir dehşet yaşadı.
10. güne geldiğinde uçağın enkazı ve Juliane hala Amazon ormanlarında kimseler tarafından bulunmamıştı ve artık bütün enerjisi bitmek üzereydi, o anı şöyle anlatıyordu:
“10. gün artık ayakta duramaz hale geldim ve bulduğum daha büyük bir nehrin kenarında sürüklendim. Kendimi o kadar yalnız hissettim ki, sanki tüm insanlardan uzakta, paralel bir evrendeydim. Artık yaşadıklarımı sadece bir rüya sanıyordum. Ya da öldüğümü ve ruhumun başka bir gezegende yaşadığını düşündüm.”
Aynı gün Juliane, onu medeniyete ulaştıracağını umduğu bir nehri takip ederken, küçük bir tekne ve kulübe keşfetti.
Bu sırada kolundaki bir yara giderek açılmıştı ve içinde bir sürü kurtçuk vardı.
Genç kız köpeğinin de aynı şeyi yaşadığını ve babasının enfeksiyonu iyileştirmek için üzerine gaz yağı koyduğunu hatırladı.
Juliane, bu bilgiden yola çıkarak tekneden biraz benzin aldı, yarasını sardı ve kurtçukları yaradan uzaklaştırdı.
O gün kulübenin sahipleri Juliane'ni buldu; onu tedavi etti, besledi ve babasına geri götürdü.
Juliane, o anı “Meleklerin sesini duymak gibiydi” diye tarif ediyordu.
Trajik kazanın üzerinden yıllar geçse de hâlâ Juliane'nin böyle bir kazadan nasıl sağ kurtulduğunu ve ormanda nasıl hayatta kalabildiğini kimse anlayamıyordu.
17 yaşındaki bir kızın verdiği mücadele “Umudun Kanatları” isimli bir belgesele konu oldu…
Siz de umudunuzu hiç kaybetmeyin.
Umut her zaman vardır…