Küreselleşme, “Gelişmiş dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal olayların dünyanın başka toplumları üzerinde de etkili olduğu ve toplumlar arasındaki karşılıklı bağımlılığın giderek arttığı bir sürece işaret eder…”
Küreselleşme sürecinde uygulanan “Neo-liberal politikalar”, devletlerin sosyal alana ayırdıkları bütçe paylarını kısıtlamalarına neden olmuştur.
Dünyada pek çok devletin benimsemiş olduğu “Neo-liberalizm”, ulusların geniş kapsamlı refah politikaları uygulama olanaklarını erozyona uğratmıştır.
Bunun sonucunda, gelir eşitsizlikleri ve yoksulluk özellikle ve öncelikle dezavantajlı nüfus grupları arasında giderek artan bir biçimde yayılmıştır.
Küreselleşmenin ortaya çıkardığı ekonomik ve sosyal problemlere ancak küresel etik anlayışının yaygınlaşmasıyla çare bulunacağı inancı, bu yeni gelişmenin en önemli dinamiğidir.
Bu konuda üretilen literatürün temel amacı; “Rasyonel argümanlarla insanları ikna etmektir.”
Neo-liberalizm için, geniş sözlük anlatımında şöyle der:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerileme yaşayan serbest piyasa kapitalizmiyle ilişkilendirilen 19. yüzyıl fikirlerinin 20. yüzyılın sonlarında yeniden ortaya çıkması için kullanılan bir terimdir.”
“Muhafazakâr ve liberteryen örgütlerin, siyasi partilerin ve düşünce kuruluşlarının yükselişinde önemli bir faktör olan neoliberalizm, genellikle ekonomik liberalleşme politikalarıyla ilişkilendirilir.”
Bu politikalar arasında;
“Özelleştirme”,
“Düzenlemelerin kaldırılması”,
“Küreselleşme”,
“Serbest ticaret”,
“Para politikası”,
“Kemer sıkma politikaları” ve
“Devlet harcamalarının azaltılması” gibi unsurlar yer aldı.
Bu politikalarla, “Ekonomi ve toplumda özel sektörün rolünün artırılması amaçlandı.”
.“Hayırdır sabah sabah ekonomi derslerine mi başladın?” şeklinde bir soru sorabilirsiniz.
Haklısınız.
“Nereden çıktı şimdi bu anlatım?”
Bugünün tarihini benim yaşıma yakın olanlar pek hatırlar.
24 Ocak 1980…
Hani o meşhur; “24 Ocak 1980 İstikrar Programı” adı altında alınan kararların tarihi.
Müsteşar Turgut Özal’ın, Süleyman Demirel’i ikna ederek aldırdığı kararlardı bunlar.
Bilindiği üzere 24 Ocak kararları; 43. Türkiye Hükûmeti (Milliyetçi Cephe Hükûmeti) tarafından 24 Ocak 1980 tarihinde ekonomik literatüre geçen ve yapısal dönüşümleri içeren bir programdı.
Süleyman Demirel, 1979 yılında IMF’den getirtip başbakanlık müsteşarı olarak görev verdiği Turgut Özal'a yeni bir “Ekonomik İstikrar Programı” hazırlama görevi vermişti.
Bu program, Turgut Özal tarafından kısa sürede hazırlanmış ve 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklanmıştı.
Bu program ile “Ekonomik olarak yaşanan istikrarsızlığı gidermek amacıyla, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru” gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştı.
24 Ocak kararları ile 1980 öncesi dönemde uygulanan “İthal ikameci büyüme stratejisi” terk edilerek, “Dışa açık büyüme stratejisi” uygulamaya konulmuş ve büyüme stratejisi temel olarak, “Verimlilikte artış sağlamayı ve iktisadın rekabet gücünü artırmasını” amaçlamıştı.
Bu çerçevede, “Piyasa ekonomisinin kurumsallaşması yönünde” adımlar atılmıştı.
İŞTE O KARARLAR
24 Ocak kararları ile 1980 öncesi dönemde uygulanan “İthal ikameci büyüme stratejisi” terk edilerek, “Dışa açık büyüme stratejisi uygulamaya konulmuş ve büyüme stratejisi temel olarak, verimlilikte artış sağlamayı ve iktisadın rekabet gücünü artırmayı amaçlamıştı.”
Şu maddeleri içeriyordu:
1- Türk lirasının yüzde 32,7 oranında devalüe edilerek günlük kur uygulamasına geçilmesi,
2- Devletin ekonomideki payının küçültülmesi ve dolayısıyla KİT'lerin özelleştirilebilmesinin önünün açılması,
3- Tarım ürünlerinin destekleme alımlarının sınırlandırılması,
4- Enerji ve ulaştırma dışındaki sübvansiyonların kaldırılması,
5- Dış ticaretin serbestleştirilmesi ve yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi ile sermayeye yeni kar alanlarının açılması,
6- İthalatın (dış-alım) serbestleştirilmesi,
7- Döviz alım-satımının serbest bırakılarak finans sektörünün yaratılmasının önünün açılması,
8- Faiz oranlarının serbest bırakılarak, bankalar arası rekabetin önünün açılması,
9- Fiyat kontrol ve sınırlamalarının kaldırılması,
10-Vergi indirimleri ve vergilerden muaf Serbest Bölgelerin oluşturulması,
Gelinen noktada 24 Ocak kararları ile hedeflenen “İhracata yönelik ekonomi” modeli bugün itibariyle iflas etmiş durumdadır.
Türkiye sıcak “Para-yüksek faiz-düşük kur politikaları” ile ayakta kalmaya çalışmaktadır.
24 Ocak kararlarından sonra bugün gelinen nokta, “İthalatçı bir ekonomi” olmak!
Dış Ticaret Açığı (ihracat ile ithalat arasındaki, ithalat lehine olan fark) her gün biraz daha büyümekte.
Dün olduğu gibi bugün de bu durumun maliyeti, yoksulluk ve sefalet olarak işçilerin emeklilerin, çalışanların ve halkın sırtına yüklenmektedir.
DİSK RAPORU
24 Ocak kararlarının ekonomik ve sosyal olarak getirdiği maliyet hakkında 2022 yılında DİSK’in yayımladığı bir rapor var.
“42 Yıllık Çöküş: 24 Ocak Kararları” diyerek başlayan bir rapor.
24 Ocak 1980 ekonomi kararlarının üzerinden 42 yıl geçti.
Ocak 1980- Eylül 1980 arasında uygulanamayan kararlar 12 Eylül askeri darbesiyle uygulamaya sokuldu ve Türkiye sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi, toplumsal ve kültürel açılardan köklü olarak dönüştürüldü.
Bu ve benzeri kararlarla bizimki gibi ülkelerin ekonomileri IMF ve Dünya Bankasının aracılığıyla kapitalizmin merkez ekonomilerine bağlandı.
Bu sayede uygulamaya konulan neo-liberal politikaların acı reçetelerinin sonuçlarını hep birlikte yaşıyoruz.
Bugün dünyada en zengin 10 kişinin serveti 3,1 milyar kişinin toplam servetini aştı.
En zengin 10 kişinin serveti ikiye katlanırken pandemi döneminde günlük 5,50 dolardan az kazanan kişi sayısı 160 milyon arttı.
Günde en az 21 bin 300 kişi eşitsizlik nedeniyle hayatını kaybediyor.
İşte bu adaletsizliğin temelleri Türkiye’de o zamanlarda atıldı.
Türkiye işçi sınıfı bu dönüşümün maliyetini düşük ücret politikaları ve adaletsizlikle ödedi.
İşçi sınıfı hak ettiği refah düzeyinden uzaklaştırıldı, türlü baskılara maruz kaldı; özellikle DİSK’e 12 Eylül öncesi ve sonrasında hukuksuz ve şiddetli saldırılar gerçekleştirildi.
24 Ocak kararları ülkemizde güvencesiz ve sendikasız çalışmaya mecbur bırakılan; milli gelirden ve ekonomik büyümeden payını alamayan yoksullar ve işsizler yarattı.
24 Ocak kararlarıyla birlikte gelen; emek sömürüsüne dayalı, sıcak paraya bağımlı, ranta ve balon büyümelere odaklı ekonomi politikalarının acı sonuçlarını bugün de yaşıyoruz.
Bunu yaşadığımız ağır geçim sıkıntısında; yüksek faturalar, yüksek enflasyon ve düşük ücret politikasıyla görüyoruz.
24 Ocak kararları ile başlayan özelleştirmelerin yüzde 88’i AKP döneminde yapıldı.
Sendikalaşma oranı 1980'de yaklaşık yüzde 40 iken, 2021'de yüzde 14'e düştü.
Sigortalı işçi sayısı yaklaşık 7 kat artmasına rağmen, büyük bir işçileşme süreci yaşanmış olmasına rağmen, sendikalı işçi sayısı sadece 2,3 kat arttı.
Geçici, güvencesiz, kuralsız ve esnek çalışma düzeni yaygınlaştı.
24 Ocak kararları iktidarların şekil ve isim değiştirmesi bir yana hiç değişmedi; “Emekçilere, adalete, özgürlüğe ve insan haklarına, demokrasi ve eşitliğe düşman” 12 Eylülcüler tarafından emekçileri sindirmek için kullanılan bir enstrüman el değiştirdi.
Şimdi aynı politikalar daha agresif bir şekilde iktidar tarafından uygulanıyor.
24 OCAK KARARLARI DEVAM EDİYOR MU?
Bu görüş birçok kişi tarafından kabul ediliyor ve şöyle deniliyor:
“24 Ocak kararları 24 Ocak 1980'de alınıp uygulamaya konulup biten bir süreç değildir. Bu kararlar ve bu kararlara ek olarak bazı yasa ve hükümlerle devam etmektedir.”
Örnek olarak 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum gösterilmektedir.
Bu durum şöyle açıklanmış:
Anayasa değişiklik paketinin on birinci maddesi, Anayasa'nın 125. Maddesine, “Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiç bir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez.” maddesini eklemektedir.
AKP hükümeti, Anayasanın 125. maddesine eklemiş olduğu ekteki amacı;
“Yargının elinden; hükümet kararlarının yerinde bir karar olup olmadığını denetleme hakkını almaktı…”
AKP’nin hemen hemen tüm referandum mitinglerinde “Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen özelleştirmelerden sürekli zarar ettiklerini” söylemesi de bunun en temel göstergesiydi.
AKP hükümeti her ne kadar “12 Eylül Anayasası ile hesaplaşacağını” iddia etse de, yapılan referandum sonucunda Anayasa'ya eklenen maddeler ile “Ticarileştirme, serbestleşme, özelleştirme ve her şeyi metalaştırma” anlayış ve politikalarını sürdüreceği ilanından başka bir şey değildi.
Referandum sonucunda da kabul edilen bu ek madde ile bundan sonraki süreçte, “Yüksek yargı; hükümet kararlarını şeklen inceleyebilecek ve içeriğine, yani kamu yararına uygun olup olmadığına, diğer bir deyişle bu kararın yerinde olup olmadığına karar veremeyecekti…”
Bu değişiklikten sonra “Kentsel Dönüşüm ile ilgili davalar, özelleştirmeye karşı açılan davalar, köprü, belediye otobüsleri gibi toplu ulaşım araçlarının ücretlerine yapılan zamlara karşı açılacak iptal davaları ile hidroelektrik santralleri (HES)'nin yapımına karşı açılan davalar boşuna açılmış davalar niteliğine bürünecekti...”
Çünkü Anayasa'da yapılan değişiklikle birlikte idari yargı, “Açılacak bu davalarda, hükümetlerin aldıkları kararların insan, toplum ve çevre açısından yerinde olup olmadığına bakamayacak, yapılan ihalelerin ihale mevzuatına uygun yapılıp yapılmadığını inceleyebilecek ve halkın veya kurumların itirazlarını da sadece ‘Usul yönünden’ inceleyebilecek ve ‘İçeriğine’ giremeyecekti…”
DİSK raporunda da belirtildiği üzere “Özelleştirmelerin yüzde 88’i AKP döneminde yapıldığına göre...” bu çeşit değerlendirmeler gerçeğe yakın görülüyor.
45 yıl önce alınan kararların hala ülkemizi etkisi altında tutması ve gelmiş geçmiş iktidarların bu gidişatı göre göre kararlarda bir değişiklik yapmamaları da oldukça manidar…