Platon’un mağara alegorisi vardır bilir misiniz?
Peki Platon’un “Devlet” isimli eserinin yedinci kitabını bilir misiniz?
Sokrates’in anlattığı bir alegori vardır, Platon’a ait olan.
(Alegori: Soyut fikirleri somutlaştırmak ve derin mesajlar iletmek.)
Burada bir “Mağaraya zincirlenmiş üç insandan” bahsediliyor.
Bu insanlar yalnızca “Mağara duvarını ve birbirlerini” görebilirler.
Doğuştan beri bu halde olan üç insan, duvarda mağara girişinden yansıyan “Gölgeleri” ve yankı yapan “Sesleri” duymaktadırlar.
Yani gerçeklik, onlar için yalnızca “Gölgeler ve Yankı Seslerdir.”
Derken bu insanlardan biri zincirini çözer ve kendini mağaranın dışına atar.
Yoğun ışık yüzünden “Geçici körlük” yaşadıktan sonra, gözü alışaraktığında aslında gördükleri şeylerin yalnızca birer gölgeden ve duydukları seslerin yalnızca yankılardan ibaret olduğunu anlar.
Bir akarsu kenarına gidince sudaki yansımasını ve gölgesini görmesi ile her şeyi idrak eder, anlar.
Büyük bir hevesle mağaraya dönüp bu durumu arkadaşlarına anlatır.
Arkadaşları duydukları karşısında onu deli olmakla suçlarlar.
Onları bu karanlıktan kurtarmak ve gerçeklerle yüzleştirmek istediğinde, zincirli arkadaşları “Onun gibi delirmek istemediklerini” söyleyerek mağarada kalmayı isterler.
Hatta zincirlerinden kurtulmuş olana saldırmayı bile denerler.
Özgürlüğüne kavuşmuş ve her şeyi anlamış olan insan, diğerlerine ne kadar anlatırsa anlatsın, zincire vurulmuş iki insan bu durumu anlayamaz ve hayatlarını orada sürmeye devam ederler.
Platon burada şu metaforu kurmuştu;
Mağara:
Toplum
Mağarada zincirlenmiş insanlar:
Toplumun parçası olan bireyler
Zincir:
Toplum içinde yaşayan insanları sınırlayan kurallar
Geçici körlük:
Yolunu kaybetme, şaşkınlık hissi
Mağara duvarına yansıyan gölgeler:
Toplum tarafından gerçek kabul edilenler
Zinciri kıran insan:
Filozof ya da sorgulayan insan.
Buradan nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Anlayan anladı…
Peki anlamayanlar?
Mağarada yaşamaya devam etmek zorundalar, yapacak bir şey yok.
Daha çok üzerlerine gidilirse ne olacak?
Güneşi bulanları; hainlikle suçlayacaklar, üzerine saldırmaya, hatta onu yok etmeye kalkacaklardır…
Mağaradakiler; kurallarla doğdular, kurallarla yaşadılar ve kuralları değiştiremeden ölecekler.
Bu böyle sürüp gidecek.
Kısaca;
Böyle gelmiş, böyle gidecek…
İnsanların kendi koyduğu kuralların esiri olması ne kadar acı değil mi?
Bazıları bu kurallar altında ezilirken, bazıları bu kurallarla hayatını yaşıyor.
Kurala karşı gelenler alt edilirken, kuralcılar kendi hayatlarını vur patlasın, çal oynasın şekline dönüştürüyorlar.
Kurallara karşı gelenlere veya kural dışına çıkmak isteyenlere çeşitli ihanetler ve inanılmaz suçlar isnat edilerek bertaraf ediliyor.
Kural dışında bir hayat olduğunu araştırmaya kalkanlara ise yaşama şansı tanınmıyor.
Kuralları koyanlar, bu kuralların kalkmasını istemezler zira bu kurallar onların yaşama temelidir.
Tek kurtuluş aydınlığa çıkmaktır.
Ama aydınlık kuralcıları ne yazık ki rahatsız eder…
HİKÂYELER
İnsanlar yaşadıkça hikâyeler hiç bitmeyecek.
Kimisi gerçek, kimisi kurgu olarak hayatımızda yerini alacak.
Biz bunları dinledikçe, okudukça kendimize ders çıkarmaya çalışacağız.
İşte yine o güzel hikâyelerden biri.
Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yasayan iki erkek kardeş varmış ve bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş göstermiş.
İki kardeş arasında o zamana değin hiç yaşanmayan anlaşmazlık, giderek büyümüş ve kardeşler arasında ayrılığa neden olmuş.
İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmamışlar, yıllardır ortaklaşa kullandıkları tarım makinelerine değin sahip oldukları tüm araç gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırmışlar.
Küçük bir yanlış anlama sonucu başlayan bu ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüşmüş ve en sonunda yerini, karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bırakmış.
Bunun arkasından da beklenenler olmuş ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başlamış.
Bir sabah, bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta gelmiş, elinde büyük bir marangoz çantası varmış.
Ev sahibinden geçici bir iş isteyerek;
-“Yapılacak ufak tefek bir işiniz varsa, size yardımcı olmak isterim” diyerek ilave etmiş sözlerine; “Elimden hemen her iş gelir. Birkaç gün çalışırım, işi bitiririm.”
Büyük kardeş ustayı dinledikten sonra:
-“Evet, sana göre bir işim var” diyerek küçük kardeşinin çiftliğini işaret etmiş ve
-“Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük kardeşime aittir o çiftlik. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra o, buldozeriyle ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var.”
İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sormuş:
-“Benden ne yapmamı istiyorsunuz?"
Büyük kardeş önce kuşkusunu, sonra da kararını açıklamış:
-“Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış olabilir, fakat şimdi ben onun yaptığından daha büyük bir şey yapacağım.”
Bunları söyledikten sonra ustayı alarak ahırların olduğu yere götürmüş ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri göstermiş.
-“Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum. Kaç gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini artık görmek zorunda kalmasın…”
İş arayan usta, başını sallamış:
-“Sanırım durumu anladım, efendim. Şimdi bana çivilerin, kazma küreğin yerini gösterin ki hemen işime başlayayım.”
Büyük kardeş ustaya kazma, küreğin ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitmiş.
Usta ise, bütün gün ölçerek, biçerek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyulmuş.
Akşam güneş batarken usta işini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönmüştü.
Çiftliğe gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açılmış.
Karşısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı.
Önünde; bir ayağı kendi toprağına, öteki ayağı ise kardeşinin toprağına oturtulmuş, yanlarındaki korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla güzel yapılmış, tam anlamıyla “Usta işi” denilecek bir köprü uzanıyordu.
Büyük kardeş, şaşkınlıkla bu köprüyü seyrederken, karşıdan birinin geldiğini görmüş.
Dikkatle baktığında gelen kişinin, küçük kardeşi olduğunu fark etmiş.
Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan kendisine doğru yürüyormuş:
-“Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa ve söylediğim bunca kötü sözlere karşın sen, bu köprüyü yaptırarak ne denli iyi ve ne denli büyük bir insan olduğunu gösterdin” demiş ağabeyine, “Şimdi bir büyüklük daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel...”
Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve özlemle kucaklaşmışlar. Büyük kardeş bir ara arkasına baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta olan ustayı görmüş.
-“Gitme, dur, bekle?” diyerek seslenmiş ona, “Sana yaptıracağım birkaç iş daha var, çiftliğimde...”
Usta gülümsemiş: -“Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek”, demiş ve eklemiş: “Yapmam gereken daha çok köprü var...”
Köprüleri yıkmak zordur ama köprü yapmak en büyük erdemdir.
PİLAV MESELESİ
Çarşı Caddesi’nden geçiyorum, yerde yatan bu köpeği gördüm.
Zavallıcık yoğunluktan mı, açlıktan mı artık neden bilinmez, öylece uzanmış yatıyordu.
Hayvana acıyan birisi de önüne yemesi için bir tabak pilav koymuş.
Peki papaz pilav yer mi?
Pardon, köpekler pilav yer mi? diye hiç düşünmemiş vatandaş.
Önce merak ettim, gerçekten yer mi diye.
Araştırdım internette.
Şöyle cevap geldi:
“Köpek yiyecekleri arasında kuzu, dana, tavuk ve balık etleri yer alır. Yoğurt gibi süt ürünlerine de hayır diyemeyen köpek dostlarınıza haşlanmış patates, makarna ve pilav gibi gıdaları da verebilirsiniz.”
Demek ki köpeğe pilav veren vatandaş bunu biliyormuş.
Peki mevlüt pilavı verilir mi?
Orasını araştırmadım.
Çünkü o konuda köpeğin bir seçimi olamaz diye düşündüm.
Nihayetinde aç bir köpek, “Bu pilav mevlüt pilavı mı acaba?” diye soracak hali yok.
Pilav, pilavdır onun için.
Mevlüt pilavı olsa ne yapacak hayvancık?
“Amin” mi çekecek yani?
Neyse gelelim konuya;
Köpeğin önündeki pilav tabağına bakınca bir kısmının eksik olduğunu görmüştüm.
Sordum kendi kendime, “Acaba bu kısmını köpek mi yedi? Yoksa vatandaş yemediği kısmını köpeğe mi verdi?”
Ona da “Neyse” dedim kendi kendime, “Fazla kurcalamayayım. Nihayetinde köpeğin önünde bir tabak pilav var.”
“Yedi mi, yemedi mi?” bilemem ama en azından yiyecek bir şeyi var.
Günümüzde bazı insanların yiyeceği kuru ekmeği bile yokken hele…
EŞEK
Antik Yunan döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Ege'de yaşayan ünlü masalcı Ezop’un iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen öyküsünü zaman zaman yazarım.
Arkadaş olan inek, beygir ve eşek, etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler…
Her biri başka yöne gider.
Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir…
İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür.
Beygir merakla sorar:
“Nedir bu halin inek kardeş?”
İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır:
“Hiç sorma… Bu insanlar çok merhametsiz… Beni durmadan birbirlerine sattılar. Satın alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar.
Canımı zor kurtardım be kardeş. Peki sen ne yaptın?”
Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır:
“Ah, sorma… Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü indi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım.
Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.”
İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür.
Hayli neşelidir.
Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir.
Mutludur.
Üstelik şişmanlamıştır.
Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir.
Üzerinde lacivert takımlar vardır.
İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde,;
“Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?” diye sorarlar.
Eşek keyifli bir şekilde anlatır:
“Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim…”
“Eee, sonra ne oldu?”
“Ne olacak beni başkan seçtiler!”
“Deme yahu? Yani sen başkan mı oldun?”
“Evet… Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar, ‘Seninle gurur duyuyoruz...’ diye alkışladılar. Ben de yedim, içitim ve bağırdım, yedim, içtim ve bağırdım!”
“Pekiii… Senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?”
“Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!