Çok ilginçlikler var şu Suriye olayında.

Henüz ortaya çıkmamış dayatmalar, anlaşmalar.

Yakında öğreniriz.

Ama bu konuda Doğru Parti Genel Başkanı Rıfat Serdaroğlu şu noktaya dikkat çekiyor ve diyor ki;

“Bölgemizde, Türkiye’den başka tek laik Ddevlet olan Suriye yıkıldı…”

24 Yıllık Esad (Esat, Eset, Esed) yıkıldı da ne oldu?

Koskocaman bir boşluk oluştu…

Bu boşluğu kim dolduracak?

“Eskiden buralar dutluktu” diyenler Suriye’ye çökecek mi?

Çökerlerse kimler olacak?

Suriye bölünmeden devam edebilecek mi?

Bölünürse yeni komşumuz kim olacak?

İşte sorular.

Yakında cevaplarını alacağız.

Türkiye, ABD, İsrail, AB, Rusya, PKK-YPG, SMO, HTŞ vb.

Herkesin kafasında bir plan var elbet…

Ama bu planlar;

Hayırlı mı olacak?

Hayırsız mı olacak?

Yaşayıp göreceğiz…

Bu arada Dışişleri Bakanı Fidan’ın şu açıklamayı yapması yüreklere su serpti;

“Türkiye, Suriye'nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne önem veriyor. Ülkelerini terk etmek zorunda olan milyonlarca Suriyeli artık ülkelerine dönebilirler.”

Öncelik temennimiz de bu olmalı zaten…

Rejimi yıkıp özgürlük vaat edenler madem hapishanelerdekileri serbest bıraktı, o halde ülkemizdeki Suriyeliler de yaşam korkusu olmadan rahatlıkla ve korkmadan geri dönebilirler.

ANGUT

Biri laftan anlamayınca, boş boş bakınca ya da aptallık edince hemen; “Angut musun?” deriz.

Angut’un aslında bir kuş olduğunu bilmeyen var mı içinizde peki?

“Neden böyle denmiş acaba?” diye merak edeniniz var mı?

İşte cevabı burada;

Angut adlı kuş (erkek veya dişi fark etmeden), eşi öldüğü zaman “Gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan ve kendisi de ölene kadar” onun başucunda beklermiş.

Yanına o anda bir yırtıcı hayvan veya bir insan dahi gelse bunu sürdürürmüş.

İşte bu canlının yaptığı en büyük “Angutluk” buymuş…

Bu olay bütün Angut kuşları için geçerli ve arada bir görülen bir şey değilmiş.

Sonuç olarak;

Keşke herkes Angut gibi baksa…

Bundan böyle bazılarına “Angut” demeden önce bir kere daha düşünmek lazım aslında.

DABBAKHANE

Osmanlı döneminde deri alım-satım tekeli Safranbolu’daymış.

O dönemin tüccarları tabaklanmayan deriyi satanlardan, alışveriş yapmazlarmış.

Çok para kazanan Safranbolulu iş adamları köşkler, konaklar ve 99 odalı evler yaptırmış hatta bazı evlerin içine çeşme dahi getirmişler.

(O devirde evde çeşme olması zenginlik alametiymiş)

Safranbolu’da “Taze köpek dışkısı” için tabakhanelerde yaygın olarak binlerce köpek beslenirmiş.

Sebebi mi?

Ham deri; kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra, kimyasal olarak işlendiği “Sama” safhasında “Taze köpek dışkısı enzimlerine ihtiyaç duyulurmuş.”

Bu sebeple tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplayıp harçlıklarını çıkarırlarmış…

“Sama” işlemi ancak dumanı tüten taze dışkı ile yapılabildiğinden, soğumaması için koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş.

Bu sebeple koşturan veya acele eden birine “Tabakhaneye b.k mu yetiştiriyorsun?” denilirmiş.

Hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler, köpek dışkısı için yanar tutuşurlarmış. Çünkü taze köpek dışkısında bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen, yani kaliteli olabilirmiş.

Bu nedenle köpek çiftlikleri kurulmuş.

Binlerce köpek beslenmiş, üretilmiş ve hatta köpeğin dışkısını sıcak ve kurumadan yetiştirmek için sistemli bir iş örgütlenmesi bile kurulmuş.

Bugün bu tür dericilik tamamen ölmüş olup, yapay olarak yani kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, dışkı toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş.

“Tabakhaneye b.k yetiştirmek” de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, hatta merak bile etmediği bir deyiş olarak günümüze kadar gelebilmiş...

Safranbolu'da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına;

“Dabbak mısın; it b.kuna muhtaçsın…” denirmiş..

Doğrusu “Dabbak” mış, yani “Deri işleyicisi”

Dabbakhane ise, “Deri işlenen atölye.”

TEK KOL

Japonya’da bir çocuk 10 yaşlarındayken bir kaza sonucu sol kolunu kaybetmiş. Oysa çocuğun büyük bir ideali varmış. Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş.

Sol kolunu kaybetmesiyle bu hayali de yıkılan çocuğun babası, Japonya’nın ünlü bir Judo ustasına giderek yardım istemiş.

Usta ertesi günden itibaren tam on yıl boyunca çocuğa tek bir hareket öğretmiş ve her gün bu hareketi çalışmasını istemiş.

Çocuk zaman zaman hocasının yanına gitmiş; “Bu hareketi öğrendim başka hareket göstermeyecek misiniz” diye sormuş.

Hocanın cevabı: “Sen aynı hareketi çalış oğlum. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz” olmuş.

2 yıl… 3 yıl… 5 yıl derken çocuk judodaki 10’uncu yılını doldurunca hocası yanına gelip “Hazır ol” demiş, “Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın.”

Delikanlı şaşırmış.

Hem sol kolu yok hem de judoda bildiği tek hareket var.

Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.

Delikanlı ilk müsabakasına çıkmış.

Bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış.

İkinci, üçüncü maç, çeyrek final, yarı final derken final maçına çıkmış.

Maç başlamış.

Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış.

Rakibini yenmiş ve şampiyon olmuş.

Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş ve:

“Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım” diye sormuş.

Hocası başını okşamış ve gülümseyerek cevaplamış sorusunu:

“Bak oğlum, 10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yoktu bu bir, İkincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır, o da rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir…”

Bu hikayenin sonuna şöyle bir not düşülmüş;

“Bazen farkına varmasak da eksik gördüğümüz taraflarımız aynı zamanda en güçlü taraflarımız olabilir. Ama yeter ki bu eksiklik zihinlerde olmasın!”

TIKANDI BABA

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış.

Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş, bir bakmış ki herkes “Tıkandı Baba, çay getir. Tıkandı Baba, kahve getir.” şeklinde bir şeyler istiyor, istediğini.

Bu durum Ttebdili kıyafetli Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş; “Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı Baba meselesi?” diyerek sormuş kendisine.

“Uzun mesele evlat!”, demiş padişahı tanımayan Tıkandı Baba.

“Anlat bakalım babalık anlat, merak ettim doğrusu” deyip oturması için çekmiş sandalyeyi yanına.

Tıkandı Baba da “Peki” deyip başlamış anlatmaya;

-“Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. ‘Benimki de onlarınki kadar aksın’ diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden ‘Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın’ dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken bir adam göründü ve ‘Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık’ dedi. O gün bu gün adım ‘Tıkandı Baba’ ya çıktı… Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.”

Tıkandı Baba’nın anlattıkları ile Sultan Mahmut etkilenmiş, acımış ve çayını içtikten sonra dışarı çıkarak adamlarına;

-“Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.” diye emir vermiş.

Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler ve Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.

“Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş.

Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya

-“Taze baklava, güzel baklava!”

O esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş.

Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.

Yahudi ise baklavayı alıp evine gitmiş.

Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş.

Bir bakmış ki altın.

Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim, derken bir bakmış her dilimin altında altın.

Ertesi akşam Yahudi, “Acaba yine gelir mi?” diye aynı yere geçip başlamış beklemeye.

Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler.

Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.

Yahudi hiçbir şey olmamış gibi

-“Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş.

Tıkandı baba da, “Peki”, demiş ve anlaşmışlar.

Tıkandı Babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış.

Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut; “Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş.

Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün?

Bizim Tıkandı Baba eskisi gibi darmadağın.

Sultan; “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” diye sormuş.

“Geldi sultanım” diye cevaplamış

“Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?”

“Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağlığınıza duacınızım.”

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş;

“Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benle gel” deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.ve “Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır… Küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş.

Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.

Sultan demiş;

“Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış ve kulağına, “Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.

Padişahın adamları “Peki” deyip Tıkandı Baba’yı alıp Üsküdar’a götürmüşler.

“Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım” demişler.

Baba, “Niçin” diye sormuş askerler

“Hele sen bir beğen bakalım” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline

“Ne olacak şimdi?” demiş

“Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışlayacak” demiş.

Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş.

Adamcağız oracıkta ölmüş.

Askerler bu durumu padişaha haber vermişler.

İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;

“Vermeyince Mabud, ne eylesin Sultan Mahmut...”

DAYANAMIYORUM

Yılanın biri bir ateş böceğinin peşine düşmüştü.

Onu tam yemek üzereyken ateş böceği, “Sana bir şey sorabilir miyim?” dedi.

Yılan, “Aslında kurbanlarımın sorularını cevaplamam ama bir istisna yapıp sana izin vereceğim” diye yanıtladı.

Ateş böceği sordu: “Sana bir şey mi yaptım?”

“Hayır” dedi yılan.

“Senin besin zincirine mi dâhilim?” diye tekrar sordu ateş böceği.

“Hayır” diye yanıtladı yine yılan.

“O halde niçin beni yemek istiyorsun?” diye sordu böcek.

“Işığını görmeye dayanamıyorum da ondan” dedi yılan.

Hikâye altına şöyle bir not düşülmüştü:

“Bazen kimseye zararınız olmasa ve hatta her türlü iyiliği yapsanız dahi, birilerinden darbe yersiniz. Çünkü sizdeki ışık onlarda yoktur ve ışığınızdan rahatsız olup sizi kıskanırlar.”