12 Aralık’ta “Sınır Tanımayan Gazeteciler” tarafından yayımlanan bir haberde şöyle diyor:
“2024 yılında dünyada tutuklu gazeteci sayısı yüzde 7'lik artışla 550'ye ulaştı.”
Canı sıkılan, gazeteci tutuklamış demek ki.
Peki bizde durum neymiş?
RSF Türkiye temsilcisi Erol Önderoğlu bilançoyla ilgili yaptığı açıklamada, “Türkiye’de tutuklu gazeteci sayısında 2024’te kayda değer bir düşüş yaşandığını” belirtmiş.
Meğer durum başkaymış.
Önderoğlu diyor ki: “Düşüş gösteren tutuklu gazeteci sayısı, Türkiye’de adli kontrolün hızla yaygınlaşması gibi habercilerin hareket özgürlüğü ve zihinlerini teslim almaya dönük antidemokratik başka bir pratiğin varlığını gizlememelidir. Nitekim, susturma girişimlerinin ve haberlerin etkisiz kılınmasının yolu olarak, belki de tutuklamanın yerine geçecek tarzda, neredeyse sistematik endişe verici bir online sansür pratiğini gözlemliyoruz…”
Son günlerdeki gazeteci tutuklamalarına bakınca yine dünyada birinci sıraya oturma eylemine geçtiğimiz söylenebilir.
Geçenlerde önüme Demokrat Parti zamanında gazetecilere yapılan uygulamalarla ilgili Cumhuriyet’te yayımlanmış bir yazı geldi.
Özetleyerek aktarayım size de, “Gazetecilerin tutuklanması konusunu” sadece bu iktidara bağlamayın.
Tarihte nicelerini de görmüşüz.
Tek partili rejim döneminde baskı altında bulunan basın, “Hür basın” ve “Hür irade” sloganlarıyla yola çıkan muhalefet partisi DP’ye kuruluşunun ilk gününden itibaren büyük destek vermişler.
Basının övgüsüne mazhar olan DP, tek başına iktidara geldiğinde ilk ele alacağı konulardan birinin Basın Kanunu’nu olacağı sözünü vermiş.
DP’nin seçim kampanyası süresince CHP’nin yayın organı olan Ulus Gazetesi dışında basının büyük bir kısmı, DP’yi desteklerken tarafsız kalanlar da DP’nin vaatlerinden etkilenerek süreç içerisinde DP’yi destekleyen safa geçmişler.
14 Mayıs 1950 seçimlerinde tek başına iktidar olan DP, kendisini destekleyen basına “Bu başarı sizin eseriniz, siz çalıştınız, siz kazandınız” diye övgüler dizmiş.
Menderes iktidarı 21 Temmuz 1950’de yürürlüğe giren yeni basın kanununda; Gazete ve dergi çıkarmak için hükümetten izin alma koşulu ortadan kaldırılmış,
Basın suçlarının yargılanması özel mahkemelere verilerek aylar süren davaların hızla karara bağlanması sağlanmış,
Cevap hakkı ve tekzip konusu basının lehine değiştirilmiş,
Eski kanunda yer alan “Kötü üne sahip” kişilerin gazetecilik yapmalarını yasaklayan yoruma açık madde çıkarılmış,
Gazetelere açılacak davalardan yazar ve sorumlu yazıişleri müdürleri sorumlu tutularak, basın patronları cezai sorumluluktan kurtulmuş.
Bu balayı döneminde yeni kanunla basın özgürleştirilirken basın çalışanları için de iyileştirmeler ve geniş sosyal haklar tanıyan 5953 sayılı kanunu da çıkartarak sadece basın patronlarının değil çalışanlarının da gönlünü kazanmış.
13 Haziran 1952’de çıkan bu kanunda basın çalışanlarına sendika kurma, işten atıldığında kıdem tazminatı alma ve sigortalı olma hakkı, haftalık ve yıllık tatilde, askerlikte ve mahkûmiyet olması halinde ücret ödenmesi hakları getirilmiş.
Ama bu balayı dönemi 1954 seçimleri öncesinde ufaktan bozulmaya başlamış.
İktidarın ilk iki yılında artan;
“Bolluk ve refah, köylüye kullandırılan ucuz krediler, hesapsız yapılan köprü ve yollar, ithal traktörler, arabalar” ilk başta olumlu gelişmeler olarak halkın ve basının övgüsünü toplamış, ancak bu hızlı refah artışı ödemeler dengesini altüst etmiş ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez denk bütçe uygulamasına son verilmek zorunda kalınmış.
Arkasından gelen “Yüksek Devalüasyon ve Enflasyon artışı” eleştirileri de beraberinde getirmiş.
Eleştiriler sadece halk ve basın ile sınırlı kalmayıp parti içinde de yüksek sesle dillendirilmeye başlamıştı.
Basının parti içindeki bu eleştirilere yer vermesi Başbakan Menderes’i ve bakanları köpürmesine yol açmıştı.
Menderes Hükümeti bu durum karşısında, iktidarının ilk yıllarında basın özgürlüğü için getirdiği kanunların bu kez tam tersini yürürlüğe koymaya başlamış.
9 Mart 1954’te bu kez “Neşir Yoluyla ve Radyo ile İşlenecek Cürümler hakkında Kanun Tasarısı”nı Meclis’ten geçirerek “Basın mensuplarına hapis ve yüksek tazminat cezası” getirmiş.
Bu kanuna göre; “Namus, şeref ve haysiyete tecavüz edilmesi veya hakarette bulunulması veya itibar kıracak ve şöhret ve servete zarar verebilecek bir hususun isnat edilmesi halinde haberi yazan ve gazeteye koyan sorumlu müdür 6 aydan 3 yıla kadar hapis ve 1000 liradan 10 bin liraya kadar para cezası ile cezalandırılacaktı.
Bu kanunun amacı “DP’li bir bakan, milletvekili, il ve ilçe başkanı veya DP’li bir sanayici veya tüccar hakkında olumsuz bir yazı çıkması durumunda o kişinin itibarı ve şöhreti, eğer sanayici ve tüccar ise aynı zamanda serveti zarar göreceğinden o habere imza atan basın mensubu savcılar tarafından haberden zarar gören kişiden izin almaksızın resen harekete geçerek dava açabilecekti.”
Kıbrıs müzakerelerinde elini güçlendirmek isteyen DP hükümetinin planladığı 6-7 Eylül olaylarında iş çığrından çıkmış ve İstanbul’daki Rum ve diğer gayrımüslimlere yönelik toplu bir linç, yağma ve hatta katliama dönüşmüştür. O sırada İstanbul’da bir uluslararası toplantı nedeniyle bulunan yabancı basının görüntüleri ve yaşananları dünya basınına servis etmesi üzerine telaşa kapılan hükümet İstanbul’da sıkıyönetim ilan etmiş, olayda kullandıkları kendi yandaşları yerine emniyetin elinde listesi bulunan komünistleri tutuklamış ve basına da hemen her konuda yayın yasağı getirmişti. Bu yasakları ilan eden Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz’un gazetecilere getirdiği yasakları Hıfzı Topuz ustamız, “Türk Basın Tarihi” kitabında şöyle sıralamış:
“Halkı heyecanlandıracak yayınların yapılması yasaktır. Meclisteki görüşmeler halkı heyecanlandıracak nitelikteyse yazılmayacaktır.”
“Hükümeti eleştirmek ve hükümetin çalışmalarını etkileyecek biçimde yazılar yasaktır.”
“Sıkıyönetim çalışmalarıyla ilgili haberler yasaktır.”
“Darlık, kıtlık ve yokluk haberleri yazılmayacaktır.”
“6 Eylül haberlerini komünistler dışında başkalarının yaptığı yolunda haber ve yorumlar yasaktır.”
“NATO üyesi ülkelerle ilgili haberler yasaktır.”
“6 Eylül olayları ile ilgili haber ve resimler yasaktır.”
“Magazin sayfalarında halkı heyecanlandıracak resim ve yazılar, çıplak kadın resmi basmak yasaktır.”
“İkinci baskı yapmak yasaktır.”
O günlerde “İstiklal Caddesi’nde trafiği aksatıyorlar” gerekçesiyle “Yayaların bir kaldırımdan diğerine geçmesini” de yasaklamasıyla ün yapan Sıkıyönetim Komutanı Aknoz Paşa’nın, telefonla gazetelere bildirdiği yasaklar sıralansa sayfalar almazmış.
Bu yasaklara uymadıkları gerekçesiyle neredeyse kapatılmayan, matbaada el konmayan ya da hapis cezasına çarptırılmayan gazeteci ve yazar kalmamış.
DP’nin basınla hesaplaşması bununla da bitmemiş, 1956’da basın özgürlüğünü kısıtlayan iki yasa daha çıkartılmış.
Bu yasalara göre: İktidar isterse kendisine yönelik eleştiri getiren her yayını kötü maksatlı ve mübalağalı bulup savcıları harekete geçirebilecekmiş.
“Savcılar o dönemde özgürdü” diye düşünenler varsa şu açıklama yapılmış:
Menderes, “Savcıları resen emekli etme hakkını hükümete tanıyan bir kanun çıkarmış…”
Savcılar, başlarında Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duran “Resen emekli edilme” korkusu nedeniyle basına dava açmak için adeta birbiriyle yarışmışlar.
ABD’li ünlü gazeteci Eugene Pulliam Türkiye’ye gelerek Başbakan Menderes’ten randevu talebinde bulunur. Uzun zaman bekletilmekten sıkılan Pulliam, tam ABD’ye dönecekken “Başbakanın kendisini İzmir’e giderken vapurda görüşeceğini söyleyerek, yalvar yakar ülkesine dönmekten alıkoyarlar.”
Ancak Menderes, vapura binmediği gibi Pulliam’ı arayıp yeni bir randevu da vermemiş.
ABD’ye dönen Pulliam, Indianapolis Gazetesinde “On ikiye çeyrek var” başlıklı yazısında Menderes ve yönetimi hakkında ağır bir yazı yazmış.
Bu yazı, Amerika’da 72 gazetede, bizde ise dört gazete ve iki dergi de alıntı yapılarak yayımlanmış.
Menderes, Türkiye’de yazıdan alıntı yapan dört gazete ve iki dergiyi kapattırır.
Sorumlu yazı işleri müdürleri hakkında hapis cezası verilir.
Pulliam nedeniyle gazetelerin kapanması ve gazetecilerin hapsedilmesi üzerine Milliyet Gazetesi yazarı Abdi İpekçi dayanamayıp “Pulliam’a açık mektup” başlıklı bir yazı döşenir:
“Pulliam’a açık mektup:
Sayın Mr. Pulliam, lütfen bir daha Türkiye hakkında yazı yazmayınız. Gerçi sizin oralarda herkes istediğini düşünüp yazmakta serbesttir, basın hürdür. Ama bizim buralarda, basının hâlâ hür olduğunu zanneden meslektaşlarımız var. Onlar bunları iktibas ediyorlar. Ama aradaki fark 6 yıl, 7 ay 16 gün hapis, 19 bin 888 lira para cezası ve 3 gazetenin kapatılıp yüzlerce gazetecinin işsiz kalması...”
Gazeteci sanıkların mahkûmiyeti kesinleşmeden tutuklanmalarını engelleyen 39. madde de kaldırılmış.
Menderes iktidarı süresince mahkûm olan gazeteci sayısı 1241, toplam aldıkları hapis cezası ise 57 yılı buluyormuş.
Olaylar böylece sürüp gitmiş.
Anlayacağınız gazetecilerin tutuklanma süreçleri çok eskilere dayanır.
Buradan şunu anlıyoruz:
“İktidarlar zayıfladıkça gazetecilerle uğraşıyor…”
SOLAN BAHÇE
Salı akşamı Rino Sanat’ın yılbaşı konserine gittik.
Çok daha önce planlanan konser öncesi, memlekette o kadar olay oldu ki ancak bu güne nasip oldu konserlerini vermek.
2 saati bulan şarkılarla eğlendik, eski şarkılarla hatıralarda gezdik.
Çoğu tanıdık olan korada görev alan herkese teşekkür ediyorum.
Şarkıları dinlerken bestekârı ve güftekârı acaba hangi duygular içindeydi?” diye kendi kendime düşünmedim değil.
Zaman zaman şarkı hikâyelerini sizlerle paylaşıyorum.
Güzel oluyor.
İnsan yıllardır duyduğu şarkının hikâyesi ile karşılaşınca “Vay be! Demek öyleymiş?” demekten kendini alamıyor.
Daha dün paylaşmıştım hatırlarsanız “Ben gamlı hazan, sense bahar…” şarkısını.
Bugün tesadüf olsa gerek yine bir şarkı hikâyesi ile karşılaştım.
Bu şarkı hikâyesi ise şöyle;
Faruk Nafiz Çamlıbel iki çocuğunun annesi Azize Hanım hastalanınca, tanıdığı olan kadın doğum doktoru Alâeddin Yavaşça’ya danışır...
Yavaşça, şair ile eşini kendisinden daha tecrübeli olan hocasına götürür ve o doktor kanser teşhisini koyar...
Alâeddin Yavaşça’nın dilinden olay şöyle anlatılmış:
“Faruk Nafiz Çamlıbel’i bilirsiniz. Gelmiş geçmiş şairlerin en büyüklerinden biridir Çamlıbel.
Çok iyi, sevdiğim bir dostumdu o benim.
Yaşı elbette benden ileriydi ama saygı dolu bir ahbaplık vardı aramızda.
Bir gün muayenehaneme geldi.
O zamanların çok meşhur (yanına varmayı bırakın, randevu almak için bile ter dökülen) bir genel cerrah hocamız vardı.
Çamlıbel, eşinin rahatsız olduğunu söyledi.
O cerrah hocamıza göstermemiz için yardım talep etti.
Hocayı iyi tanıyordum.
Aradım, söyledim yanına çağırdı bizi.
Hanımefendiyi muayene etti.
Sonra beni yanına çağırdı ve teşhisini söyledi:
“Alâeddin kardeşim, durum fena. Göğüsten başlamış tüm koltuk altını sarmış kanser. Mutlaka vücudun başka yerlerinde de metastaz yapmıştır. Bu hastayı hiçbir şekilde ameliyat etmek istemem. Hekim olarak yapacağımız ilaçlar verip, ömrünün son demlerini mümkün olduğunca ağrısız geçirmesini sağlamaktan ibarettir.”
Ben yıkıldım duyunca.
Nasıl söyleyeceğim ki bunu Faruk Nafiz Bey’e.
Eşinin üzerine titreyen, ona delice sevdalı bir adam.
Kırılgan, duygulu, şair bir adam.
Nasıl derim, nasıl söylerim?
Ben o dev şairin koluna girip; “Gel biraz yürüyelim üstat” dedim.
Bin dereden bin su getirir gibi anlatabildim acı tabloyu ona.
Hiçbir şey söylemedi.
Çıt bile çıkarmadı gitti.
Yıkıldı ama bir süre sonra hanımefendi vefat edince geldi esas yıkımı...
Haftalar sonra yine geldi bana.
Omuzları, avurtları çökmüş, gözleri kan çanağı bir halde...
Cebinden katlanmış bir kâğıt çıkartıp açtı, uzattı: “Bunu yazdım. Bestelersen sevinirim” dedi ve yine çıktı gitti…
Bu şarkı şöyleydi:
“Artık, bu solan bahçede
Bülbüllere yer yok.
Bir yer ki sevenle,
Sevilenlerden eser yok.
Bezminde kadeh kırdığımız
Sevgililer yok.
Bir yer ki sevenle
Sevilenlerden eser yok.”
Makam: Hicaz
Usûl: Düyek
Güftekâr: Fâruk Nâfiz Çamlıbel
Bestekâr: Alâeddin Yavaşça
İKİNCİ KADIN
Adam eve hanımının yanına geldi, onu çok üzgün gördü.
Yanında oturdu, şefkat ve sevgi dolu bir ses tonuyla başını okşayarak:
“Biliyor musun, sen dünyanın en güzel ikinci kadınısın” dedi tebessümle.
Kadın başını kaldırdı, hayret ve şaşkınlık içerisinde:
“Peki birinci kim ki?” diye sordu.
Adam, gayet emin bir tonla cevap verdi:
“Mutlu ve tebessüm ettiğin zaman sen.”
Bunun üzerine kadının tüm üzüntüsü gitti, yerine neşe geldi, yüzüne can geldi.
Yuvaya tekrar saadet hakim oldu.
Peki eşiniz surat astığında siz olsanız ne dersiniz?
“Ne öyle surat asmışsın, mahkeme duvarı gibi?”
“Güleryüz göremeyecek miyim bu evde?”
“Ben dışarıda sizler için çile çekip eve geldiğimde güleryüz göstermelisin?”
miii dersiniz…
Yoksaaaa…
“Bir tanem, seni üzen nedir?”
“Benden dolayı ise özür dileyeyim ve telafi edeyim…”
“Başka şeyden ise dert etme, yanındayım her an…”
“Senin o güzel yüzüne hüzün yakışmaz.”
“Fani sebeplere takılıp dertlenmek pek yersiz, bakiye ve ahirete müteveccih olmak gerek…” diye teselli edip tebessümüne gayret mi gösterirsiniz?
Sizce hangisi daha iyi.
Herkes biliyor gerçek cevabı da;
Neyse…