Dinler tarihi, kabile putlarından ve totemlerinden “Tek Tanrı” anlayışına gidilmesinin çok uzun ve çileli bir dönüşüm gerektirdiğini ortaya koymaktadır.

Çok tanrıcılık, insanların küçük savaş ve av toplulukları (klanlar-kabileler) halinde veya site devlet yapısında yaşadığı dönemlerde fazlası ile işe yaramıştır. Kabile putu ve o put etrafında yapılan ritüeller, savaşçıların büyük bir cesaret, özgüven, fedakarlık ile dolarak ölüme gitmelerini sağlar. Böylece birey kendini feda ederek, gelecek nesillerin devamını teminat altına alır. Eğer bu toplumsal şartlandırma olmasa, her birey sadece kendi çıkarı için savaşır ve insanların topluluklar halinde yaşamaları imkansız hale gelirdi. Avcı-toplayıcı kabilelerde, kabile putlarının, savaş öncesi ritüellerin ve savaşçıları ölüme hazırlayan şamanların (büyücülerin) önemini anlamak için bu konuda yazılmış antropolojik çalışmalara bakılabilir.
Yerleşik düzenin yayılması ve insan topluluklarının farklı etnik kökenlerden kişilerin katılımıyla zenginleşmesiyle, çok tanrıcılık birleştirici gücünü kaybetmiş; aksine sürekli bir çatışma ve savaş sebebi olmaya başlamıştır. Bu yüzden, Mısır’da
örneği görüldüğü gibi, halklarını birleştirmek isteyen firavunlar-krallar, bu tanrı enflasyonuna son verip, içlerinden birini öne çıkarmışlar ve herkesi o tanrıya yönelmeye mevcbur etmişlerdir. “Formal” olarak nitelendirilecek, somut, insan
imgeleminde kolayca canlandırılan bir “Tek-Tanrı” figürü; kabile çok tanrıcılığı ile “soyut” tek tanrıcılık arasında geçiş olarak görülebilir. Örneğin, Yunanlıların baş tanrı Zeus motifleri veya Romalıların Jüpiter motifi gibi. Oysa, bu “formal” şekle dayalı ifadeden, “soyut”, gözle görülmeyen varlıklara geçis, o halkın artık daha üst bir düşünce/sanat/bilim gücüne adım attığının göstergesidir. Türk halkları tarihte bazı “tabiat güçlerine”, “yere”, “ruhlara” ve nihayet “Gök’e” tapınma aşamalarından geçmiştir. Bununla ilgili yeterince arkeolojik kanıt bulunmaktadır. Her halk, gelişimi içinde zamanla eski dininden kopar, ama eski dine ait figürler, alt-inaçlar, yeni din içinde, önemlerini biraz daha kaybetmiş olarak alttan alta yaşamaya devam ederler. Türk halklarında da bu değişime rastlanmaktadır. Tengri birdir, O’na yönelmek gerekir. Fakat, halkın önceki kültürüne ait “totemlerin” bir kısmı, savaş motiflerine veya giyim-kuşama yansıyan motiflere dönüşürler. Nart mitolojisinde bu durum gerçekleşmiştir. “Ulu Tanrı” (Ullu-Tengri) halkın biricik sığınma kutbu olsa da, “Ağaç Kişi, Su Öre, Apsatı, Aymuş” ve benzeri bir kaç yerel tanrı yaşamaya devam etmişlerdir. Bu enerji tanımlarının (Teyrilerin) büyük çoğunluğu zamanla tamamen unutulmuştur. Eski Türklere ait en az 300-400 kadar alt-tanrı, ruh, ifrit, kötü güç, iyi güç gibi tanımlamaların olduğu bilinmektedir; ama bunlardan çok azı yaşamaya devam etmişlerdir.
Nart Hun Türklerinin Tengri inançlarında, “İnsan ve Tanrı” ilişkilerini son derece “dostane”, karşılıklı özveriye dayalı ve gerçekçi bir zemine oturttukları görülmektedir. Öyle ki, tabiatın sert şartları içinde yaşayan ve son derece özgür düşünceli bir halk olan Türk halkı, Tanrı’yı dahi “cezalandırıcı bir efendi” olarak görmemiş, O’nu, yarattıklarına yol gösteren, onlara “sevgi toturu” ile bağlanan bir kuvvet olarak kabul etmiştir. Birey, Tanrı tarafından cezalandırıldığı için acı çekmez. Aksine, kendini Tengri’den uzaklaştırdığı zaman, o üstün sevgiden mahrum olduğu için acı çeker. Bir başka deyişle, birey, kendi özünde saklı sevgiyi inkar ettikçe aslında kendini alçaltmış olur. Tengri, her insana “özgür irade” vermiştir ve hiçbir yaratığını cezalandırmaz. Çok ilginçtir ki, Kuzey Amerika yerlileri de Tanrı konusunda hemen hemen aynı görüşe sahiptirler. Tanrı’ya “Tirowa” veya “Wakan-Tanka” gibi isimler verilir. Siyu kabilelerinin Tanrı görüşünü aynen alıntılıyorum:
“Kızılderili ibadet etmeyi sever. Doğumdan ölüme kadar etrafını saran varlıklara hürmetle bakar. Kucağında doğduğu Tabiat Ana’nın zenginliğinin farkındadır, hiçbir köşe ona kıymetsiz görünmez. Yaratıcı, -biz ona Wakan Tanka deriz-, ceza verici bir Yaratıcı değildir. Onunla aramızda hiçbir engel yoktur. Onunla her birimiz karşı karşıyayızdır, bizi duyar, onun bağışlaması gökten dökülen yağmur gibi üzerimize iner. Wakan Tanka bizden uzak, ayrı ve daima kötülükleri gözleyen bir Yaratıcı değildir. Hayvanları, kuşları, insanları cezalandırmaz. İyilik kuvvetinin üzerine kötülük kuvvetinin hakim olacağına dair bir korkumuz yoktur; en üstün olan ve hükmünü yürüten kuvvet: iyiliktir.”
Bu bağlamda, sn Sofi Tram, inançları, halkın üzerindeki psikolojik etkiye göre üçe ayırmakta. Bunun ne derece bilimsel ve doğru bir yaklaşım olduğunu bilmiyorum. Ben kendisinin fikirlerini buraya aktarıyorum. Sn Tram’a göre inançlar;
1- Korkutan inanç
2- Alçaltan inanç
3- Yükselten inanç
olarak üç bölümde mütalaa edilebilir. Korkutan ve alçaltan inançlarda, Tanrı, adeta kötülük gözleyicisi gibidir. Sürekli hesap sorar; yapılan kötü işlerden dolayı korkunç ve acımasız cezalar verir. Böyle bir inançta birey sırf ceza/sopa/ateş korkusu ile kötülüklerden uzak durmaya çalışır. Eğitici değil, şartlandırıcıdır. Bu tür inançlar özgür düşüncenin yolunu keser, insanları taklitçiliğe yöneltir, toplumda “fatalist” kaderci bir görüş hakim olur. Birey kendini Tanrı önünde adeta bir hiç gibi görür, kendi varlık değerini takdir edemez olur. Yükselten inançta ise, özgür irade hakimdir. Bireyin önemi artar; kişi, kötülüklerden ceza korkusu ile değil, kendisine olan saygısını kaybetmemek için uzak durur.
Tengri dini yükselten bir inanç kapsamına girmektedir. Tengri, insanları aşağılamaz; ama insanlar Tengri’nin sevgi toturundan (enerjisinden) kendilerini koparırlarsa, kendilerini aşağılanmaya mahkum ederler. Nart Hun Türk boylarında Tengri, göze görünmeyen bir “totur” ile bağlıdır ve bu totur, ana kaynak olarak “nefesle” aktarılır.
 
Devam Edecek..