Aziz Şehit ve Gazilerimizin bir gönül neferi, Bünyamin Nami TONKA’ya saygılarımla..

              Bir dirsek böğrümde… Of! Yanımdaki… Dışarı artık zor seçiliyor. Karşıdan gelen arabaların farları karanlığı bir bıçak olmuş, deliyordu. Bitişiğimdeki genç, tıpkı benim o gidişimde yaptığımı yapıyor; hop oturuyor hop kalkıyor; atari oynuyor. Dirseğinin farkında değil. Benim ekranım karanlık, sessiz. Uzanıp el çantamı aldım yukarıdan. Ayna, tarak, ruj…  fotoğraflar…annem, babam, kardeşim, dedem…Diğerleri yerlerine, dedem sen kal! Okşadım uzun uzun. Sensiz gidersem yarım gideceğimi biliyorsun, dur şurada! Ekranımı aydınlattım, dedemi üstüne yapıştırdım. Gözüm dedemde gömüldüm koltuğuma. Bu yolculuğu sen hak etmiştin dedeciğim, gidemedim diye ne olur üzülme! Ben, bir parça sen değil miyim?
              Babaannem gündüzleri yanımızda yuvarlanır dururken sen penceresi bahçeye bakan odanda olurdun. Seni yemeklerde ya da namaza gitmek üzere çıkarken görürdük. Çokluk, bir başına kalırdın odanda. Arada bir beni, kardeşimi çağırır; su ister, saçımızı koklar, yüzümüzü okşardın. Çağırmasan bile bir bahaneyle ben varırdım yanına apansız. İlkokuldayken babaannem gelenlere, senin için emekli derdi. O sıra evimizde ne çok emekli kelimesi dolaşırdı. İşinin emekli olduğunu düşünürdüm de, babamın niçin memur olduğuna kızardım. Benimle bahçemizde oynasın, beni çarşılara götürsün, okuldan alsın isterdim. Onun gündüzleri de olsa dışarıda olmasına dayanamazdım. Anneme, her sefer “babam ne zaman gelecek?” dediğimde, “akşama” derdi de, akşamlar bir türlü gelmezdi. Odandan çıkmıyorsan kendini kitabına vermiş olduğunu bilirdik. Biliyor musun dedeciğim, senden sonra kitaplarını yalnız bırakmadım. Senin elinin değdiği, nefesinin sindiği kitaplarınla oldum. Onların arasında gezindim. Şimdi, sevinerek bu kız bana benziyor, diyebilirsin.
                                                                      ***
              Okuldan çıktığımda, lisenin duvarlarından güneş yavaş yavaş çekiliyor, etrafa akşam serinliği çöküyordu. Evime bir an önce varmayı hiç bu kadar istememiştim. Şu kafamdakiler bir bıraksa. Yolda neler geldi gitti aklıma. Yüreğimin üstünde pır pırlar, düzensiz. İzin alabilecek miyim? Kapımıza geldiğimde durdum, soluklandım, dua ettim. Arkadaşımda bir gece kalmama bile izin alamazken sen tut… Hem de üç gün. Bu ne kokusu? Soğanlı bir yemek! Girdim içeri. Annem mutfakta; yavaşça sokuldum, sarıldım, öptüm. Döndü bana, gözlerinde sorular: “Gene bir isteğin var galiba?” Anladı. Tencerede kaşığı döndürdükçe patlıcan, soğan kokusu daha bir dolduruyordu içeriyi.
              “Anne!”  
              ”Efendim kızım.” Gözünü çevirmedi tencereden.
              ”Anne bir şey diyeceğim,” Anneme her şeyi rahat anlatırım ben, ama ya bunu?
              “De kızım.” Öbür yanına geçiyorum, sürtünerek;
              “Arkadaşlarım Çanakkale’ye gidiyorlar…
              ” Öyle mi?” dedi. “Ne iyi…” Cesaret aldım.
              “Ben de gitmek istiyorum.”
              Kaşığı, tencerenin içinden aldı, kenarına biraz sertçe vurduktan sonra yanına bıraktı, ellerini böğürlerine verdi, başını dikleştirdi. O yumuşak sesi uçmuştu.
            “Nee…! Sen de mi?” Sert sesi içime çakıldı.
           “Ama anne…!”
            Ateşi kıstı mı kapattı mı bilmiyorum. Annem nereye ben oraya. Gözleriyle, elleriyle konuşuyordu. Birden ellerimden tuttu. Elleri titriyor annemin, eyvah! Çekti sandalyeleri.
              ”N’oluur anne! Ben de gideyim.” Ellerini çekiyordu, yakalayıp öpmek istedikçe.  Başını iki yana döndürüp durdu, gözlerini kaçırdı.
              “Annem benim!”                                                                                                             
              “Bilmem ki… Sen böyle uzun bir yolculuğa hiç çıkmadın.”
              “……………”  
              “Bilmem ki baban ne der?” Oh be!
              “Anne! babamı birlikte razı ederiz değil mi?”
              “Beni karıştırma,” dedi, “sen ne diyeceksen de.”
              “Sensiz olur mu hiç? Kırma beni, gelsin babam, beraber…” Artık seslerimiz de yüzümüz gibi gülümsüyordu.
              Annemi yanıma aldıktan sonra hele bir de dedemle babamın üstüne varırsam… Önce dedemi bir görmeliyim. Yavaşça kapısını araladım. Gene kitabına dalmış, şimdi sırası değil, hiç bitmez mi bu kitaplar?  
              “Gel, gel yavrum, hoş geldin bakalım.”  Çok sever dedem beni. Okulu, arkadaşlarımı konuşurum onunla. Dizlerine başımı koyar, annemden, babamdan şikâyetlenirim bazen. Dinler, başımı okşar teselli eder. Beni değil onları haklı bulsa da, onun yanından üzüntülerimi atmış ayrılırdım. Ağır adımlarla yanına vardım. Her zaman yaptığı gibi saçımı kokladı, gülümsedi. Dedem bir şey yapabilir miydi? Bu evde, dedeme kulak veriliyordu ama en son babamın dediği oluyordu. Buna kaç kere tanık olmuştum. Olsun dedim, dedeme açayım. Sanki şu kapıdan babam girecekmiş de, duyacak diye nefesiz, okulda olanları, annemle konuştuklarımı bir çırpıda anlattım. Daha, Çanakkale’yi duyar duymaz dedemin yüzü değişti. Bir dalgalanma geldi gitti. Oturduğu divanda hareketlendi. Elindeki kitabı bıraktı. Gözlerini iri iri açtı.
              “Okulca gidiliyor hem! Babam izin verirse,
              “Verir, verecek!”
Gerildi bir, geriye iyice yaslandı ve babam karşısındaymış da ona söylüyormuş gibi bastırarak söyledi bunu. Öyle istediğimden mi, birden bıraktım kendimi. Neredeyse yola çıkmışım da ona sevincim.  
              “Aferim kızıma! Git benim akıllı torunum git! Gör bir oraları…” Nefeslendi, bayır çıkıyordu sanki.
              “ Kitaplar bile… gel gör ki… zor anlatılır velhasıl…”
Arkasında dizili kitapların üzerinden atladı hızla gözlerim. Ellerimi tuttu, avuçlarına aldı. Uzunca bir süre gözlerime dikti gözlerini.
              “Ne biliyorsun Çanakkale hakkında?”
Beklemiyordum. Bak gene sınava alıyor dedem! Duraladım, ne söylesem ki... Gerçekten ben ne biliyordum?
              “Babamı razı edesin diye…”
              “O sonra, sen soruma hele...”
              ”Dede, bilgim az, söylesem belki beğenmezsin.”
              “Ah benim keklik bakışlı torunum! Söylediğine bak!”  
              “Dede…! Ama dedee!”,
              “Bir senin mi, hepimizin ora hakkında bilgisi kıt. Gelsin babana, ona da sorsam,  doğru dürüst bir şey diyemez.
              “Dede babama sorma, alınır, sonra beni göndermez. Hem annem, içerde tarihçi mi olacaksın dedi.”
              “ Tarihi bilmek bir tarihçilere mi mahsus? Herkes bilecek. Kim olursa olsun, mutlaka Çanakkale’yi iyi bilecek.  Bilmiyorum deseydin bile kızmazdım. Eksiğini, noksanını bilmek bir irfandır a kızım. Geçtik onu, O zamaan peki, Çanakkale’ye niçin gittiğini söyle bakayım?” Haydii…! İçimden arka arkaya ‘niçin’ler geçiyor.
 
 
ÇANAKKALE’DE BİR SERÇE…!  - 2
 
              “Dede ödevim var, sonra konuşsak!”
 Ellerimi bıraktı, yerinden rahatsızmış gibi sağına soluna döndü. Yutkundu. Buz gibi bir sessizlik. Tamam, izin aldım, gidiyorum dedim. Yerimden kalkmak üzere yekinmiştim ki, “otur!” dedi, yüksek sesle.
              “Oraya gitmeyi istiyorsan konuşacağız.”
Akşam karanlığı iyice bastırmıştı. Artık dama oynamak için çay bahçesine gidemiyor dedem; fırsat buldu mu benimle, kardeşlerimle böyle eğleşir. Bir de bu odada babaannemle fısfıs konuşmaları. Yetmişine bastı dedem. İlçede evleri var ama babam, orada fazla bırakmaz; gider getirir.  
              “Evet, söyle Ayşe, niçin?” Kurtuluş yok.
              “Dedeciğim, biliyorsun Malatya dışına hiç çıkmadım. Yol boyunca şehirlere uğrayacağız, oraları göreceğim. Çanakkale’de denizi sonra… Vapura bile binecekmişiz. Kafiledekilerle tanışacağız. Yeni arkadaşlarım olacak.”
             Bir yandan onu süzüyor, tepkisini anlamaya çalışıyordum. Yüzünde bir değişiklik yoktu, aşağı sarkan dudağının ucuyla gülümsemesinden başka.
              “Doğruyu söyledin. Bilgin az olunca ilgin başka yere kaymış.”
Sesi yumuşamıştı.
            “Demez miyim bu kız bana benziyor diye.”
O böyle dediğinde gözünde pırıltılar uçuşurdu. Şimdi neden onu göremiyordum. Yetim bir çocuğun saf bakışları. Soluklandı.
             “Kızım” dedi, “sonra aklıma gelmez, unuturum..”
             “Buyur dede!”
             “Atalarımızın huzurunda olacaksın orada. Elini uzatsan değeceksin.” 
              “Şimdi isteğime geliyorum,” dedi. “Ziyaretlerini yaptıktan sonra Şehitlik Anıtı’nın dibinde biraz yalnız kal. Benim için taşlardan birine dokun. Dedemin selâmı ve özrü var, de.”
Gözleri buğulanmış, omuzları inmişti. Selâmı anlamıştım, ya özür?
              “Oradan bütün tepelere bak! Denizin üstünü boydan boya örtmüş, üstümüze ateşler yağdıran gemileri düşün… Çekirge sürülerinin kıyılarımızı tuttuğunu…Türkiyemizin kapısındasın. Bütün dünyaya kafa tuttuğumuz yer. Bu topraklara girilemeyeceğini,  önünde, arkanda, yanında yatanlarla gör. Onları düşün. Gitseydim ben yapardım bunu. Sana kısmet oldu ya…! Ben gitmiş gibi olacağım.”
Ilık bir şeyler kıpırdadı yüreğimde. Dedemin yerinde olmak!
              “Sana anlatmalıyım,” dedi, “bu fakirin özrünü.”
Hızlı konuşurdu, bazı kelimeler ağzında erirdi. Tek tek, ağır ağır dökülüyordu kelimeler şimdi. Birden,
             “Hadi yavrum, bir kahve koy!” dedi. Onunki şekersiz. Cezveyi koyarken ocağa, mutfaktaki televizyonu açtım bir yandan. Saat kaç ki…? Geçti mi yoksa yarışma…? Ooo bitiyor nerdeyse! Kaç puan alır bugünkü? “Anne, annee…!” “Nere gidersin şimdi? Annem nasıl kaçırırsın bunu?” Üst kattaki komşudadır. Dedem ya! Senin yüzünden seyredemiyorum bak! Bari diziyi kaçırmasam…
             Döndüğümde ayakta buldum. Dudakları kımıldıyordu. Elinde seccadesi, akşamı eda etmiş. Gözleri karşıdaydı, kıpırdamıyordu. Elimdekini sehpaya bıraktım; yavaşça  seccadeyi alıp yerine kaldırdım.  Kollarından tutup yerine oturtmasam hep öyle duracak. Yüzüme bakmadı, ses etmedi, bir tuhaftı, dedem. Uzattığım fincanını almadı da ben avucuna koydum. Götürmedi ağzına. Yüzü bana dönüktü ama beni görmüyordu. Bir yudum alsın, bir “ohh!” çeksin, “aferin kızıma!” desin diye nafile bekledim.  Uzaklardaydı. Kahvesine baktı anlamsız. Anlamsız yüzüme, ortalığa baktı öyle. Bir yerlerden gelmek istiyor da gelemiyordu. Aaaa! Dedemin gözlerinde damlalar… “ Dedee…! dede…!” Dizlerinin dibine çöktüm. Kahvesini aldım, böğrüne bıraktım,  “Dedem!” dedim, elini avuçladım yanağıma değdirdim. Duydu nihayet beni, irkildi, etrafına bakındı, avucunu başıma koydu, sıvazladı. Kanı çekilmişti elinin, soğuktu.
              “Dedem! Niçin, dedem?” Soluklandı, yutkundu, boğazında bir düğüm vardı da çözmek istiyordu. Dudakları aralandı.
              “Şimdi beni iyi dinle!”
              Yalvarıyor bana dedem! Yüzünün solmuşluğuna, sesinin titreyişine, hele gözyaşlarına ne demeli…?
              “Dinliyorum, ama niye ağladın ki?”
                İki kere arka arkaya öksürdü. Elim elinde böğrüne oturttu.  
              “ O gün bilemedim,” dedi.
Yüzünün kırışıkları arttı. Tekrar soluklandı.
              “Senden küçüktüm, orta birdeydim o vakit. 1960’lı yıllardı. Bir akşam, erişte çorbasını içmiş sofradan kalkıyorduk. O ara babam davranmış, elini cebine atmıştı. İlkokula giden kardeşime ve bana birer lira uzattı. Dairede konuşulmuş, kendileri iki buçuk, öğrenciler birer lira verecekmiş. “Okuldan isteyecekler, verirsiniz,” dedi. “Düşürmeyin, kaybetmeyin,” diye de tembih etti. Az para değil. Kardeşimle, bir bakıştık. Okulun onarımıymış, odunuymuş, kırılan camıymış onlar için istediğimizde, bu paranın yarısını, çeyreğini bize vermekte zorlanan, hesap soran babam, daha istemeden çıkarıp veriyordu. Şaşırmıştık. Sabah okula vardığımda öğretmenimiz, “Çanakkale Anıtı yapılacak herkes bir lira verecek, yarın getirirsiniz.” dedi. Arkasından, “kardeşi okuyanlardan sadece birinin vereceğini,” ilave etti. Bunu duydum ya, o gün okulda, eve gelirken yolda hep sevindim. Para yanıma kalıyordu. Dört defa sinemaya gidebilirim, suluboya, renkli kalemler, çizgi romanlar, ceplerimi günlerce dolduracak leblebiler… Ertesi günün sabahı bahçede toplandığımızda, “Vermeyecekler şöyle çıksın,” dendi. Üç yüz civarında öğrenciden yedimiz ayrıldık kenara. Niçin veremediğimizi soruyordu öğretmenimiz. Sıra bana geldiğinde, buna hakkım var edasıyla kardeşimin okuduğunu söyledim. “Bu okulda mı kardeşin?” sorusuna “Hayır, ilkokulda,” demem üzerine öğretmenim, “O halde vereceksin!” dedi. Sınıfa vardığımda başkanımız toplamaya başlamıştı. Para yanımda bir gün kaldı ama bir ömür yaktı. Bunu ilk defa sana anlatıyorum Ayşe.  Parayı versem bile, kendimi kaptırdığım düşüncelerimden utandım.” Gözlerime sorularla bakıp duruyordu.
              “Amaan dede! Ne var bunda? Vermişsin işte parayı.” Kaşları çatıldı.
             “Vaay! Vay! Çok şey var, çok şey… senin turistik gezin gibi… gaflet!”
 Ne dedim ki şimdi ben? Dedemin, acıyordu hâlâ bir yanı. Gaflet ne dede, diye sorsam… sorsam mı?
              “Büyüklerimiz, bizlerin bir lirasına ihtiyaç duydukları için değil, bizim de o mübarek yerde bulunmamıza fırsat vermek için böyle düşünmüşler. Tesellim o ki, şimdi benim de bir taşında payım var.”
               Kahvesinin farkına vardı, aldı, bir iki yudum aldı.  
             “Turistik bir gezi olarak düşünürsen bencileyin üzülürsün.”
Bir müddet gözlerimde onayladığımı gösteren işaretler aradı.             
              Gözümü kapıya dikince dedem de baktı. “Kız, getiriver şu keseyi,” dedi, onu durdurdu. Babaannem, “niye?” der gibi bir süre ikimizi süzdükten sonra çekildi. Babaannem haklı, akşam akşam ne alınacaktı? Ağzı çıtçıtılı, rengi solmuş, dedemin eli büyüklüğünde kese. Sıkıştığımızda koştuğumuz onu, babaannem yatak odasında bulundurur. Biz bilmeyiz yerini. Tüm yüz lira aldı, keseyi geri uzattı.
              “Al bunu yolda harçlık edersin.” Babaannem çıkarken gülüyordu.
              “Dede beni yola koydun ama daha…”
              “Baban mı? Bilmez miyim ben oğlumu?”
 Dedem gerçekten bilir mi? Keşke bilse…bir bilse Allah’ım!  
                Kapı aralandı, annem başını uzattı bu kere.
              “Baba, yemek soğumadan gelseniz!”

ÇANAKKALE’DE BİR SERÇE…!  - 3
 
               Dedem, konuşmamızı niye yarım bıraktırırsın bakışı attı anneme. Elini bırakmadım dedemin. Gücünü duyarak varmak istiyordum mutfağa. Babam gelmiş! Herkes masada. Daha girerken babamın gözlerinin üstümde olduğunu hissettim. Bakamıyordum. Anneme döndüm, başını öbür yana çevirdi. Sofadaki herkesi geziyor ama babama gelemiyordum. Annem anlatmış olabilir mi? Dedem, ben yan yana oturduk. Dedem, iştahla yiyordu yemeğini. Gidip gelen çatallar, ekmek hışırtısı, ağız şıpırtısı.“Bugün yetiştin yemeğe, iş azdı galiba,” da denmiyor. Şu lokmalar ağzımda niye bu kadar bekler ki? Masa, sandalye arasına kıstırılmış hissediyorum kendimi.
              “Kim götürecek sizi?”
               Sesiyle bakışı da önümde durdu. İkisi de keskindi. Benden başka, herkes böyle bir soru geleceğini bekliyormuş da, hazırlık yapmış gibi bütün sesler çekildi, babamın sesi doldurdu mutfağı.
              “Baba!”
             Arkasını getiremedim. Sesim gibi bedenim de titriyordu. Demek her şeyi biliyor.
              “Öğretmenlerimiz; edebiyat ve müzik öğretmenimiz.”
             Lokmasını yuttu babam, bardağının yarısına kadar suyu içti, peçeteye uzanırken anneme döndü:
              “Hazırlığını yap annesi, güle güle git kızım!”
             Aman Allah’ım! ne yapacağımı, diyeceğimi bilemedim. Bu kadar mı? Sorgu yok, sual yok... Bu kadar kolay…! Koştum, babamın boynuna sarıldım, yanaklarından öptüm, bir daha öptüm. Herkes gülüyordu. Bu kez dedemin yüzünde; ayan beyan, ‘ben dememiş miydim?’okunuyordu. Yerime otururken dedemin yumuşak elini aldım, kokladım. Şimdi yiyebilirim, hem de… Anneler her şeyi bilir derdim, dedeler de bilirmiş, dedeler de…
                                                                          ***
              Anons. Sabah kahvaltısı. Çevreme… arandım…. gözlerimi ovuşturdum… Elimde dedemin fotoğrafı. Biri baksa bana dönüp burada, küçük Ayşe’nin mutfakta yüzüne yerleşen gülümseyişini görebilir, azıcık dokunsa, dedesinin elinde bıraktığı on yıl önceki sıcaklığı hissedebilirdi.
              Yol boyu şehirlerde yolcu indirildi, yolcu alındı. Kırşehir, Ankara, Bursa… Her uyanışımda, şimdi kalksam yerimden dedim, dönsem kendilerine, “Ey yolcular! İnmeyin ne olur, birlikte varalım oraya! desem; şu böğrümdeki genç, arkamdakiler, daha öndekiler… Geliniz benimle! Düştünüz mü, yenildiniz mi, beyninizi karamsarlıklar mı sardı, o halde mutlaka gelmelisiniz. Lütfen inmeyin! Sizin de dedeniz, dayınız, amcanız…orada. Belki komşunuz, memleketliniz… Çocuğuyla oturup oynayamadan, sıcacık ellerinden tutup okuluna götüremeden, başını, sırtını okşayamadan; yüzünü koklayamadan gittiler. Çarıktı giydikleri; kelikti, lastikti. Onlarla işte, şu geçtiğimiz yerlerden dağ, tepe demeden,  kar, kış demeden yağmurda, çamurda; aç, susuz çoğu kere, yaya oraya vardılar. Kucaklarında, sırtlarında taşıdılar silahlarını, mermilerini. Gelin beraber gidelim, diz çökelim önlerinde, dünyanın en içten şükranlarını sunalım. İnmeyeceksiniz değil mi? Yanımızdan, yöremizden giden arabalar, otobüsler! Sizler de direksiyonunuzu kırın, erteleyin bir gün işinizi. Sizin de vardır götürecekleriniz… Alnınızın teri…! En çok buna sevinecekler. Orası, kendimizi tartacağımız yer…benim gibi…var mısınız…? desem. Diyemediğime üzüldüm, fakat bir gün onların da dedeleri tarafından mutlaka uyarılacaklarını, belki benim gibi dedelerinin kitaplarını okuduktan sonra yollara düşeceklerini düşünerek avundum.
      
                                                                          * * *
              Sabah erkendi, kaldığım otelden fırladım. Feribota zor yetiştim. Görünen, görünmeyen bütün tepeler, düzlükler bağrına basmış burada Mehmet’imi. Çıt yok. Bir anne, eğilmiş oğlunun kulağına parmağıyla gösterdiği yeri fısıldıyordu. Çiçeklerin kokularını taşıyarak yüzümüzü okşayan serin yele, kuşların musikisi eşlik ediyordu. Otobüsteki düşüncelerimi duymuş olamazsınız. Bu toprakların her köşesinden bütün torunlar; aynı düşünceleri beynimizde, aynı duyguları yüreğimizde taşımış olmalıyız, işte hepimiz gelmişiz. Herkes huşu içindeydi, mavi denizle birleşen mavi gök kubbe, şehitlerimizin ve bizim üstümüze sonsuzluğu taşıyordu. Ayaklar bile ürkek, sessiz burada. İncitmekten korkar gibi basıyor yere. Ben de… Ayağım tepelemese bu yerleri, ah!
              Rüzgâr, bu derin sessizliğe saygısını yükseklerden, ağaçların tepesinden geçerek gösteriyordu. Bir serçe, titreyen bacaklarıyla yürüyor, tin tin. İnsanlar, burada birer serçe, cıvıltılarını ertelemiş. Serçe pırr… uçtu, Anıta kondu, göğsünü dokundurdu. Önceki konuşunu hatırladı. O zaman gözleri nereye, nasıl bakmıştı? Kızdı gözlerine serçe. Kanadı bir taşa değdi, dedesi geldi gözünün önüne; “Selâmını getirdim…” dedi. “bir de özrü var size dedemin…!” Göğsü inip kalkıyordu. “Sen olsan dedem şimdi ağlardın, ama ben ağlamayacağım. Onlar, ben ağlamayayım için yatmıyorlar mı?’ Yıllar öncesinden farklı yükselmişti sesi. Büyüktü Şehitlik, kendisi küçücük. Kocamandı Şehitlik,  vatanıydı. Özgürce uçacaktı serçe.  
               “Cik, cik…”
“Burada, evet sizler varsınız yalnız. Bakın, siperden çıkmışsınız, dönmeyeceğinizi bile bile nasıl “Allah…! Allah” nidaları ile atılıyorsunuz… Önde komutanınız genç mülâzım, arkasında liseliler, öğretmen adayları, medreseliler, tıplılar… Ya şu çocuklar! Köyünden, bağından, tarlasından hepsi kopmuş gelmişler; göğüslerinin üstünde Kur’an, ellerinde süngü dünyaya meydan okuyan yiğitler… Bilin ki anneniz sütünü helâl etti size. Sen gene mi koştun geldin başı sarılı, tek kollu genç? Ya Seyit Onbaşı! Hangi ruh o mermiyi sana kaldırttı? Nusret, genç zabitim! Hangi yürekle, bilgi ile gecenin karanlığında, en donanımlı zırhlıların arasında dolaştın da, mayınları yerleştirdin? Gözleri alev alev yanan Komutanım, Mustafa Kemal’im! Nerede öğrendin bu harp sanatını, sendeki hangi inanç, ‘Düvel’i muazzama’ya kafa tutturuyordu? Bütün ölçüleri, rakamları, sinsi planları nasıl alt üst ettiniz?
              İşte Seddülbahir, Anafartalar, Kocaçimen, Arıburnu, Kemalyeri… Gurkalarıyla, Anzaklarıyla geldiler üzerinize. Benim kutsal tepelerim, sırtlarım…! bağrınıza aldığınız o yiğitlerle ne kadar yüce olduğunuzu biliyor musunuz?
               Bugün boğazımdaki lokmada, gözümdeki ferde, attığım adımda, soluduğum her nefeste senin hakkın var. İşte buradan bütün dünyaya başım dik bakıyorsam, ayaklarım daha sağlam basıyorsa toprağıma; sizinle, sizinledir Mehmet’im. O gün kolundaki sargı, elindeki kabza, sırtındaki aba, ayağındaki çarığın olmak isterdim. 
              Size geldim; elim erdi size şimdi, yüreğim, aklım erdi…
              Hepiniz! Hepiniz ödediniz bu vatana borcunuzu, ya biz… ?’
              Bir dalın altına tünedim. Ardıçların gölgesine dalmıştım ki biraz önce önlerinde dolaştığım taşlar… beyaz, bembeyaz taşlar geçmeye başladı önümden. Ali de durdum. Doğum Yeri: Göynük, Yaş:21. Rüzgâr ince, ağır sesler taşıyor yanıma oradan. Sonra o sesler arasından yumuşak bir bebek sesi. Kerpiç damın altında, benim yaşımda bir kadının başında kadınlar. Telâştalar. Yüzlerinde sevinç yerine keder yatıyor. Koşuşturmalar durdu; çöktüler, ellerini dizlerine koydular. Bebeğin yüzüne daldılar; Kınalı Ali’siz, Ali’yi kadının döşüne koydular. Titreyen elleriyle anne, yavrusunu sımsıkı sardı. Ali, annesi gibi sessiz ağlayamıyordu. Diğer taşlarda duramam… Ah dedem! Sen olsaydın şimdi tutunurdum sana. Birinin, bir başka serçenin omzuma dokunmasıyla kendime geldim. Tabanlarımı güçlükle sürüyorum. Yaprakların hışırtısı, ağustos böceklerinin sesi değildi benimle yürüyen. Bebekler hıçkırmaz, demişlerdi ama ben hıçkıran bir bebeğin sesiyle yürüyordum.