Geçen haftalarda bildiğiniz üzere yanımıza üniversiteye gitmek için Saliha gelmişti, onu yurda yerleştirmiştik.

Daha sonra yine haftada 3 gün üniversiteye giden ve diğer günlerde kahvede çalışmak üzere Hayrullah'ı işe aldık.

Bizim hatun Gülay Hayrullah'a yardım sözü verdi kendince ve o arada miras çıkınca 170 bin lirayı elleriyle teslim etti çocuğa.

Benim pinti, başkasının cimri diye tabir ettiği eşim Gülay, bu parayı nasıl vermişti hala ona nasıl vermişti kimse inanamıyordu.

Bizim Saliha arasıra benden para istemeye kahveye geldikçe, Hayrullah ile tanışmış.

Hikâyelerini anlatmışlar birbirlerine.

Benim ne kadar iyi olduğumdan, Gülay'ın ise ne kadar cömert olduğundan bahsetmişler.

Bir gün çağırdım ikisini de masaya, "Gelin bakalım gençler" dedim.

"Saliha kızım gibi oldu artık, çok severim kendisini" dediğimde yüzü kızardı ve "O sizin güzelliğiniz" dedi.

"Hayrullah da oğlum gibi, ayrı severim" dememle aynı cümleyi o da kullandı.

"Şimdi gelelim asıl meseleye…" dediğimde ikisi de merakla dinlemeye başladılar; "Bu kahvenin geliri artık eskisi gibi değil. Son zamlardan sonra müşteri tek çayla gününü geçirmeye başladı. İnsanlara da zorla çay, kahve içirecek değiliz. Nihayetinde biz mahalle kahvesiyiz..."

Cümleyi nereye bağlayacağımı pek kestiremediklerinden can kulağı ile dinliyorlardı beni.

"Gelelim saadete… Gençler bizim kahve bizi geçindiremiyor. Başka başka işler yapmamız lazım. Öyle işyerinde müşteri bekleyen iş olmasın. Hizmeti beklemeyelim ayağımıza yani, biz gidelim müşteri ayağına… Madem bir aileyiz Saliha'da el atsın, hep beraber işe girelim. Hatta eşim Gülay da gelsin, işin başında olsun. Hep beraber çalışalım… Ne dersiniz?"

"Tamam haklısın Rüstem Ağabey " dedi Hayrullah, " İyi de ne işi yapacağız?" diye sordu.

"Vallahi onu bilmem, siz bulacaksınız?" diye cevapladım,  "Tahsilli olan sizsiniz, benim kafam çalışmaz o işlere…" dedim ve "Şimdi düşünmeye başlayalım ve yarın yine bir araya gelerek fikir alışverişinde bulunalım" diye ekledim.

Akşam eve gittiğimde eşim Gülay'a da bu konuyu açtım. "Bir şeyler yapmamız lazım" dedim.

"Yapalım Rüstem, zaten benim de çok canım sıkılıyordu, iyi olur" dedi.

"Peki bir fikrin var mı?" diye sorunca "Aslında var… Otur da anlatayım" dedi ve başladı anlatmaya…

"Bizim yukarı mahalledeki boş arsalara her hafta bitçiler geliyor ya…"

"Evet, ne olmuş? Yoksa bitli eşya mı satacağız?"

"Evet, ne olmuş ki?"

"Nasıl olacak bu?"

"Buradan az kullanılmış eşyaları alıp, internette pazarlayacağız."

"Kızım kim alır bunları, çöp bunlar çöp…"

"Öyle deme, neler geliyor o pazara, neler? Ancak sabah erkenden gitmek lazım, hatta bazı bitçilerle konuşup, istediğimiz malları satışa sunmadan direkt kahveye de getirebilirler. Biz de kahvenin üzerindeki evde internetten pazarlarız. Zaten Saliha ile Hayrullah bu işi iyi becerirler, ben de siparişe göre paketleme işini yaparım. Sen de kargo işlerine bakarsın…"

Aklım yatmıştı aslında, fena fikir değildi.

Hem az sermayeli işti, hem de kazancın sonu yoktu…

"Olur" dedim, "Çocukları arayayım da yarın kahvede buluşup, konuşalım…"

BORÇLAR

17. yüzyıldan itibaren zayıflamaya başlayan Osmanlı maliyesi, 19. yüzyılın ortalarına doğru iflasın eşiğine geldi...

Bitmek bilmeyen savaşlar hazineyi hortumluyordu...

Savaşlar artık eskisi gibi değildi.

Birkaç saat süren bir meydan savaşının ardından düşman yenilgiye uğratılıp ganimet toplanamıyordu.

Dünya değişmişti.

Artık uzun soluklu cephe savaşları söz konusuydu.

Ordu aylarca, bazı durumlarda yıllarca savaş alanında kalıyordu.

Savaşmak, kuruluş ve yükselme döneminde Osmanlı için büyük bir rant kaynağıydı ama artık durum tersine dönmüştü.

Savaşmak hem hazinenin hem de halkın omuzlarına ağır bir yük getiriyordu artık.

Önemli bir etken de Osmanlı'nın Sanayi Devrimi'ni ıskalaması oldu.

Osmanlı'nın rakipleri hızla sanayileşiyordu ve uzun süreli savaşları finanse edecek fonlar yaratabiliyorlardı.

Sanayileşmede geri kalmak, dış ticaret dengelerinin Osmanlı aleyhinde bozulmasına da yola açtı.

Tüm bunlara savaşlarda alınan yenilgiler ve toprak kayıpları da eklenince, Osmanlı Devleti mali krizler yaşamaya başladı...

İlk borçlanma 1854'e endekslense de bundan çok önceleri Osmanlı Devleti içerden borçlanmaya başlamıştı.

18. yüzyılda bazı güçlü paşalardan ve ayanlardan yüklü borçlar alınmıştı.

1840'ta Galata bankerlerinden yüksek faizli borçlar alınmaya başladı.

Yine de olmuyordu, bunun üzerine Osmanlı Devleti borçlanma tahvilleri çıkardı ve bunları halka sundu.

Devletin borç stoğu her yıl katlanarak arttı...

Buna karşın gelir kalemleri sürekli küçülüyordu çünkü toprak kayıpları değerli madenlerin, vergi kaynaklarının ve ticaret limanlarının da kaybı anlamına geliyordu.

Devlet, ek vergileri en büyük gelir kaynağı olan tarımda yoğunlaştırmaya devam etti.

Durmaksızın artan vergi yükü çiftçiyi ve köylüyü yıldırdı.

Köylü tarımı terk etmeye ve şehirlere göçmeye başladı.

Böylece Osmanlı Devleti'nin en temel gelir kaynağı da zayıflamış oldu.

Kırım üzerinde hak iddia eden Rusya, 4 Ekim 1853'te Osmanlı'ya savaş ilan etti...

Ekonomik açıdan bir savaşı yürütecek durumda olamayan Osmanlı böylece ilk büyük dış borcunu İngiltere'den almış oldu.

Savaşın sonunda Osmanlı kazanan tarafta olmasına rağmen ekonomik açıdan büyük kayıplarla karşı karşıyaydı.

Kırım Savaşı ve izleyen 20 yıl boyunca devlet, 15 kez daha dış borç yaptı.

Altına yatılan borcun ve faizin miktarı, devletin ödeme kapasitesinin çok üstündeydi.

1876'da Osmanlı Devleti iflas beyanında bulundu...

Alacaklı ülkeler ve şirketler devletin gelirleri üzerinde denetim kurdu ve Osmanlı Devleti ekonomik bağımsızlığını yitirdi.

Yıkıldığı 1922'ye kadar da borçlarını ödeyemeyecek ve ekonomik bağımsızlığını yeniden kazanamayacaktı.

Aslında Osmanlı'nın eline ekonomisini iyileştirmek bazı fırsatlar geçmişti...

Ancak kaynaklar ve fırsatlar verimli kullanılamadı.

İflasa çok yaklaşan Osmanlı Devleti, 1843'te Dolmabahçe Sarayı'nın inşasına başladı ve 1856'da bitirdi, yani ilk büyük dış borcun alınmasından 3 yıl sonra.

Dolmabahçe Sarayı 5 milyon altına mal olacaktı.

Bu devasa tutarın padişah Abdülmecid'in ve hanedanın cebinden karşılanması kararlaştırılmıştı ancak inşaat devam ederken tutarın tamamı maliyeye devredildi.

Bu ani ve aşırı yük karşısında Osmanlı maliyesi zor durumda kaldı.

Devlet maaşları ödemekte zorluk yaşadı. Bu süreçte maaşlar 4 ayda bir ödenebildi.

Evet, bu anlatılan olay fiilen iflas etmiş bir ülkede yaşandı.

Dolmabahçe Sarayı ile kalmadı...

1863'te Çırağan Sarayı ve 1880'de Yıldız Sarayı inşa edildi ve her ikisi de en az Dolmabahçe kadar maliyetliydiler.

Bunların dışında Boğaz boyunca çok sayıda saray, köşk ve kasır yine bu dönemde inşa edildi.

Ekonomik kalkınmaya ve sanayileşmeye harcanabilecek çok değerli kaynaklar buralarda kullanıldı.

Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra borçlarını onun topraklarında kurulan yeni ülkeler paylaştılar...

Anapara ve faiz ödemelerinde en ağır yük %68 ile Türkiye Cumhuriyeti'nin oldu.

Türkiye'yi sırasıyla Yunanistan, Suriye, Irak ve Yugoslavya izledi.

Kuruluşundan hemen sonra etkili bir sanayileşme ve kalkınma politikası izleyen Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı borçlarından kendi payına düşen tutarın sok taksitini 24 Mayıs 1954'te ödedi.

Görsel: Günümüzde İstanbul Erkek Lisesi'ne ait olan Düyun-u Umumiye binası.

Demet Ergin’den alıntıdır.

ADALET

Hukuk fakültesinde bir öğretim görevlisi derse girer ve bir öğrenciye adını sorar, öğrenci “Ali” diye cevap verir.

Öğretmen bir anda, “Defol bu sınıftan, bir daha asla dersime gelme” der.

Bütün öğrenciler şaşkınlık içindedir, neye uğradığı şaşıran Ali de sınıfı terk eder.

Herkes ne olduğunu anlamak için beklemektedir hiç birinden tek bir ses bile çıkmaz…

Hoca sınıftaki sessizlikle beraber ileri geri yavaş yavaş dolaşmaya başlamış bütün öğrencileri şöyle biraz süzdükten sonra, tabi bu arada herkes göz temasından kaçınıyor, başlamış derse.

Hoca: “Kanunlar ne için vardır?” diye sorar ve ders başlar…

Birçok cevap gelmiş, bir öğrenci “Düzeni korumak”, diğeri “Toplumda yaşayan bireylerin hak ve hürriyetini sağlamak için”, öbürü “Yaşam haklarını idame ettirmek”, bir başkası “Devlete güveni, o devletin saygın bir vatandaşı olduğunu göstermek için”, bir diğeri “Her yerde hakkını yasalar çerçevesinde arayacağını bilmek ve devletin vatandaşına haklarını nasıl arayacağını göstermek için” der…

Hoca başka diye tekrar sorunca bir öğrenci de “Adalet için” diye cevap verir.

Bu cevabı verene hoca parmağı ile işaret ederek işte aradığım cevap bu dercesine “Peki az önce arkadaşınıza adaletsiz davrandım mı?”, herkeste aynı cevap “Evet hocam!” diye cevap gelir hep bir ağızdan.

Öğretim görevlisi sınıf kapısını açarak dışarıdaki öğrencisini içeri alır ve teşekkür edip yerine geçebileceğini söyler, herkes bunun bir senaryo, oyun olduğunu anlar.

Fakat hoca son sözlerini söylememiştir henüz;

“Peki buna hepiniz şahit oldunuz, neden tepki göstermediniz, bir açıklama istemediniz, arkadaşınızın hakkını savunmadınız?”

Herkes susar çıt yok.

Hoca “Bakın sevgili arkadaşlar! Bu olaydan hepinizin çıkarması gereken bir öğüt var, bunu size 100 saat sınıfta ders versem anlatamazdım” der ve son sözlerini söyleyip dersi bitirir.

“Asla bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyeti de olmayın, o yılan bir gün mutlaka sizi de sokacaktır. Adaletsizliğe şahit olup göz yuman insanlar haysiyet ve onurlarını kaybetmeye mahkûmdur. Bir şahsa karşı yapılan haksızlık, herkese karşı yapılmış bir tehdit demektir…”

SINAV

Cherokee Kızılderililerinin 12-13 yaşına gelen erkek çocuklarına uyguladıkları bir sınav vardır.

Babası bir akşam oğluna artık erkek olduğunu kanıtlamak için bir sınavdan geçmesi gerektiğini söyler ve onu ormanın içlerine götürür.

Orada oturması için bir ağaç kütüğü gösterir, çocuğun gözlerini bağlar ve onu gece boyunca yalnız bırakacağını belirtir.

Çocuk bağırmamalıdır, gözlerini de sabahın ilk ışıkları bağın arasından süzülene kadar açmamalıdır.

Orada kütüğün üzerinde sessiz kıpırdamadan sabahı beklemek zorundadır.

Bunu başardığı zaman çocuk erkek olarak kabul edilir.

Yaşadığı bu sınavı da başkasına anlatması yasaktır.

Her erkek çocuk geceyi/sınavı yalnız bir başına yaşamalıdır.

Sınav zordur.

Doğal olarak çocuk korkar.

Rüzgârın sesi, orman hayvanlarının bağırtıları korkunçtur.

Her yönden çıtırtılar, yaklaşan ayak seslerine benzer gürültüler gelir. 

Çocuğun aklından binbir türlü korkunç olasılıklar geçer durur.

Ama sınavı geçmek ve erkek olabilmek için sabırla beklemek ve gözünü açmamak zorundadır.

Korkunç gecenin sonunda güneşin ilk ışıkları ile birlikte çocuk gözünü açar ve karşısında sessizce kendisini izleyen babasını görür.

Onu yalnız bırakıp gideceğini söylemiş olan babası aslında bütün gece orada sessiz oturmuş bir tehlike durumunda oğlunu korumak için beklemiş, oğlunu sınavını yaşarken izlemiştir.

Bu sınavı birlikte yaşayan baba ile oğul birbirlerine çok farklı bağlanırlar, baba oğlunu anlar çünkü aynı sınavdan geçmiştir, aynı zamanda oğul da babası için ne kadar değerli olduğunu anlar. 

Hepimiz bazen korkunç, acı veren, çözümsüz sandığımız, anlamadığımız sınavları yaşarız.

Bu sınavlar kendimizi kanıtlamak için de olabilir.

Her sınavla birlikte yaşamı anlar ve olgunlaşırız.

Zaman zaman yalnız kaldığımızı da sanırız ama eğer oyunu kuralına göre oynar isek daima birileri, hatta sınavı yapan, bizi gönüllülükle gözetir.

alıntı

İYİLİĞİNİ İSTERMİŞ

Karı, koca kavga ediyorlardı...

Ellerine kırılacak cinsten ne geçerse birbirlerine fırlatıyorlar, ağızlarına ne gelirse söylüyorlardı birbirlerine...

Bir ara, kadın kendini bir koltuğa atarak:

-“Ah, rahmetli anacağım, ne ettim de seni dinlemedim” diye ağlamaya başladı. "Bu adama varma kızım, başına dert olur" diye az mı söylemişti...

Bu sözü duyan adam da dövünmeye başladı:

-“Ah, şu essek kafam... Rahmetli kadıncağız, meğer benim iyiliğimi istermiş de ben farkında değilmişim...”