Bu gazete ilk defa Ayı Rüstem ile buluşuyor, o sebeple sizlere kısa bir özet geçeyim.

Bu gazete ilk defa Ayı Rüstem ile buluşuyor, o sebeple sizlere kısa bir özet geçeyim.

Efendim bizim Ayı Rüstem tahsil konusunda pek ısrarcı olmayınca, erken yaşta kocasını yitirmiş olan annesi bir takım işlerde çalıştırdı oğlu Rüstem’i.

Sonunda bir baltaya sap olamayacağını anlayınca mahalle kahvesine çırak olarak verdi kocaman cüsseli 35 yaşına dayanmış oğlunu.

Rüstem kahveyi kendi kahvesi gibi belledi, çalıştı çabaladı patronun gözüne girdi.

Uzun bir müddet çalışırken başından da bir takım maceralar geçti.

Patron bir borcu yüzünden kahveyi satmaya karar verdi ve ilk teklifi de Rüstem’e yaptı tabi.

Ama Rüstem’de para nerde?

Annesi birikmişlerini verdi, patron “Çalışır ödersin” diyerek kolaylık gösterdi.

Rüstem baba evini sattı.

Annesiyle beraber kahvenin üzerindeki 1+1 eve taşındı ve kahveyi satın aldı.

Bir müddet kahveyi işletmeye çalışan Rüstem, çevre kahvelerle rekabete girdi ve çayı ucuzlatarak ve de çayının kalitesi ile aranan isim oldu.

Annesi ise yaz başında yetişen koruklardan enfes koruk suyu yaptı ve kahvede satmasını istedi.

 O sıcaklarda insanların aklını alacak kadar güzel koruk suyunu, uzak semtlerden bile içmeye hatta damacanalarla almaya gelenler oldu.

Rüstem markalaştı ve evde üretip satmaya başladı. Hatta gerekli izinleri alarak, sağlıklı koruk suyu üretti. Kazandığı helal paralarla Baba evini tekrar geri aldı.

Her şey tıkırına girince annesi “Artık bu koca oğlanı everme zamanı geldi” diyerek harekete geçti.

Yakın arkadaşı Hayrettin vasıtası ile Taksici Haluk’un kızı Gülay ile tanışmaya razı oldu.

Fakat ilk randevularında kızın yakın bir akrabası vefat edince iş yattı.

Bizim Rüstem ise daha kızı görmeden aşık bile oldu ve artık gece gündüz onu sayıklıyordu.

İşte böyle bizim Rüstem aşık olmuştu.

Şimdi yeni bir buluşma zamanıydı.

O akşam işi ayarlayan Hayrettin’i çağırdım kahveye, “Oğlum haydi iş uzamadan, arada soğukluk olmadan buluşalım kızla” dedim.

“Sen hiç merak etme Rüstem, o iş bende” diyerek söz verdi.

Ertesi günü aradı telefonla ve “Rüstem durumu anlattım, bana ‘Hayrettin ağabey sen Rüstem Beyin telefonunu ver, ben kendisini ararım’ dedi. Ben de telefonunu verdim arayacak seni, haberin olsun” dedi.

Şaşırdım tabi, aldı beni bir heyecan.

“Lan Hayrettin ne diyecekmiş, yoksa vaz mı geçmiş?”

“Yok be Rüstem ne vaz geçmesi, geçen randevuya gelemedi diye özür dileyecekmiş galiba.”

“Ha iyi o zaman. Ama özüre filan gerek yoktu…”

“Tamam be Rüstem, kendin söylersin artık… Telefonu kapatayım da meşgul çalmasın” diyerek telefonu kapattı.

Telefonu kapatmamla çalması bir oldu.

Yabancı bir numara.

Evet o arıyordu kesin.

Heyecandan ellerim titremeye başladı, telefonu doğru dürüst tutup ta açamıyordum.

Kalbim 1500’ü vuruyordu kesin.

“Ben ne diyecektim? Ne yapacaktım?”

Zorla açtım telefonu karşıdan bir erkek sesi, “Rüstem Bey ile mi görüşüyorum?” dedi.

Ben hemen bir senaryo yazdım kendi kendime.

Kesin bir akrabasıydı arayan. “Bu iş olmadı, yattı” demek için aramıştı.

Ben titreyerek “Evet efendim” dedim.

“Rüstem Bey ben Komiser Tarık. Sizi emniyet merkezinden arıyorum…” dedi telefondaki adam.

Birden şaşırdım, aklıma kötü kötü şeyler gelmeye başladı.

Kesin Gülay’ıma bir şey olmuştu, kaza filan. Babasına veya ağabeyine ulaşamadılar ve beni aradılar.

“Ne oldu, kötü bir şey mi oldu?” diye sordum.

Karşımdaki Komiser Tarık “Evet ne yazık ki tahmin ettiğiniz gibi…” demesin mi?

“Nerede şimdi hastanede mi? Durumu nasıl?” diye telaşla sorunca Komiser Tarık şaşırdı bu sefer, “Ne hastanesi? Ne durumu kardeşim!” diyerek sert bir tavırla, “Ben sizi, bu telefonunuzun teröre karıştığını ve başınızın büyük bir belada olduğunu haber vermek için aradım!” dedi.

Birden şimşek çaktı kafamda.

Uyandım adeta, dünyaya dönmüştüm.

Bu ayakları çok dinlediğimizden “Tarık Komserim, kusura bakma ama bizim kendimizin özel olarak dolandırıcısı var, siz başka kapıya gidin” dedim ve kapattım telefonu.

Kendime gelememiştim, kafam karışıktı ama heyecan filan da kalmamıştı.

“Ben ne yapacaktım?” diye de düşünmeye başlamıştım ki birden telefonum çaldı.

Baktım yine yabancı numara.

Hemen telefonu açtım ve “Bana bak! Ben sizin bildiğiniz saflardan değilim, beni kandıramazsınız. Siz en iyisi başka kapıya gidin!” diyerek bağırdım ve cevabını dinlemeden kapattım telefonu.

Sonra ne mi oldu?

Evet tahmin ettiğiniz gibi oldu.

Son arayan meğer Gülay’mış.

Neler oldu neler?

Haftaya anlatırım…

FARK

Almanya’da trafikte acil bir durum olduğunda hareket halinde bulunan tüm araçlar, “Ambulans veya itfaiye araçlarının geçmesi için” yolun her iki tarafına yanaşır. Bu uygulama “Şerit boşaltma” olarak bilinir.

Böylece acil durum araçları hızlı bir şekilde yoldan geçip, gider.

Bu kural, tüm araçların acil durum araçlarına yol vermesini ve trafiğin düzenli bir şekilde akmasını sağlar.

Ne kadar basit bir şey.

Almanya’da ehliyet sahiplerine, “Böyle yaparak şerit boşaltacaksınız!” demişler, herkes kurala uymuş ve hala da uymakta.

Bize gelince bu işi yapmamız kaç sene alır?

Hah işte, şerit boşaltmamız kaç sene sürerse, Almanya’ya yetişme mesafemiz de o kadar.

Mesela bizde “Kumsala izmarit atma” diyorsun, biz çocuk bezi atıyoruz…

İşte aramızdaki fark bu…

EKONOMİ

Günlük yaşamımızda ağzımızı açıyoruz ekonomi, kapatıyoruz ekonomi.

Son günlerde esnaf arkadaşlarla görüştüğümde “Yaprak kıpırdamıyor” şeklinde anlatıyorlar.

Kuyumcu kardeşim var, o bile “Çarşıda kimse yok” dedi.

Ne oldu da ne oldu?

Neden böyle oldu?

Hatırlamak elinizde.

Beyniniz sağlamsa şöyle bir danışıverin.

Hafızanızı gözden geçiriverin.

Nas ekonomisi bizi bu hale getirmedi mi?

“Ekonomistim” diyenlerin; “Düşürün faizleri!” diyerek çıkış yapması ile piyasa dengeleri “Şak!” diye bozuluvermedi mi?

“Yahu ellemeyin, kurcalamayın sonra düzeltmesi zor olur!” dense de kimse takmadı gerçek ekonomistleri.

Ne oldu?

Düştük bu hallere..

Peki Hoca Özgür Demirtaş ne diyor?

“Sonbahardan kışa geçerken, zincirleme batış ve işten çıkarmalar göreceğiz.”

Kim diyor bunu?

İşin uzmanı.

Daha ne diyor?

“Yazın Kenara” diyor ve ekliyor:

Tüm Bunların ana sebebi:

Nas Ekonomi Politikası…

Merkez Bankasının para Politikası için;

“Doğru yolda” diyor.

Hükümetin mali politikasına;

“Eksik yolda” diyor.

Şeffaflık politikasına;

“Eksik” diyor.

Uyguladığı tasarruf politikasına;

“Eksik” diyor.

Yapısal Reformlarına;

“Eksik” diyor.

Ve noktayı koyuyor;

“4 Eksik 1 doğru olmaz…”

Tek doğruyu yapan Merkez Bankası.

Peki size bir soru;

En çok değişen makam hangisi?

Merkez Bankası Başkanlığı.

Neden?

Siz bir takım yenildiğinde veya kötü gittiğinde teknik direktör yerine, oyuncuların gittiğini gördünüz mü?

AĞUSTOS BÖCEĞİ

“Ben ağustos böceğinin sesinden rahatsız olmam” diyeniniz var mı?”

“Ne güzel ötüyorlar, senfoni orkestrası gibiler” diyeniniz?

Geçen ormanlık alandan denize girmek için gittiğimiz yerde seslerini duyunca “Ne güzel doğa, ağustos böceği sesi, temiz hava, bol güneş” gibi beylik lafları ederek kurulduk alana.

Bir müddet sonra başım ağrımaya başladı.

Kendime geldiğimde kulaklarımda uğuldayan, çınlayan ağustos böceği seslerini fark ettim.

Neydi o öyle?

Dayanılır gibi değildi.

Tekrar bu satıra dönmek üzere size “Hizmet içi eğitim” sayılabilecek şekilde Ağustos böceği tanıtımına geçiyorum.

Sosyal medyadan aldım bu anlatımı:

“Ağustos Böceği, yumurtasını ağacın taze dalı içine bırakır... Ağaç dalı içinde bir kurtçuk olarak dünyaya gelen Ağustos Böceği, dört hafta boyunca ağaç dalının özsuyunu içerek beslenir...”

“Çok kuvvetli bir çift ön ayağa sahip olan ve gagaya benzer güçlü ağızını kullanan Ağustos Böceği, dalda bir yarık açarak ağaçtan dışarı çıkar ve toprağa düşer...”.

“Bu başladığı zorlu hayatın başlangıcıdır...

Sonrasında toprağı kazan Ağustos Böceği, dibine ulaştığı ağacın köklerine ulaşır ve köklerin özsularını içerek beslenir. Sonra da, durmadan bıkmadan ve yorulmadan açtığı tünellerle diğer köklere ulaşır ve böylece tam 17 yıl geçer...”.

“Karanlıkta geçen tam 17 yıl ve büyük bir azim, sabır örneği bir yaşam...”

“Olgunlaşıp büyüyen Ağustos Böceği için yeryüzüne çıkma zamanı gelmiştir... Güneşe duyduğu özlem, onu yeryüzüne çeker...

Kabuğu kalınlaşmış ve uçmayı bilmeyen ama hazır bir çift kanatla Ağustos ayında toprağın üstüne çıkar.”

“Bir kaç gün güneşin altında sabırla bekler ve üzerindeki sert kabuk yırtılır...

Solunum yolu üstündeki sert iki kabuk ve kabuk üzerindeki ince bir zar, bu zara bağlı kaslar onun sesi soluğu olur...”

“Vücudundaki bu kasları saniyede 500 kez hareket ettirerek 17 yıllık sessizliğini bozarak sesini bütün dünyaya duyurur… Ama onun yeryüzünde 4 haftalık ömrü kalmıştır...”

“Bu zorlu ve mücadele dolu hayatın 17 yılı toprak altında geçerken yeryüzünde sadece 4 hafta yaşayabilen erkek Ağustos Böceğinin, ömrünün son deminde kendisine bir eş bulması gerekmektedir…”

“Bunu da sesiyle ve şarkısıyla başarır.

Bu kısa süren aile hayatından sonra dişi Ağustos Böceğine, neslinin devamı için tohumlarını bırakır. Eylül ayı gelince de hayata veda eder. Yani Ağustos böceği hiçbir zaman kışı göremeyecektir.”

.“17 yıl boyunca verdiği mücadele kısacık bir 4 hafta içindir...”

Tekrar baştaki satıra dönecek olursam, beni çıldırtıcı gelen bu sesleri duymamak için kulaklık kullandım.

Böceğin 17 senelik bir hırsla ses çıkardığını nereden bileyim?

Ama bu sinir edici sese gelen dişiye de bir lafım var;

“Bak dişi kardeş! Bu erkekleri böyle alıştırmayın. Siz bunlara yüz verdikçe bunlar daha da canhıraş bir şekilde bağırmaya devam edecekler. Lütfen kendilerine ‘Bağırırsan gelmem’ şeklinde bir ikazda bulunur musunuz? ‘Etrafa rezil oluyoruz’ diyerek kesinlikle ikna edebilirsiniz…”

Her zaman dediğim gibi, Dünyayı sadece kadınlar değiştirebilir…

TUĞLA

Liyakat çok önemli günümüzde.

İktidarların uzun süre koltukta kalması ile her önüne gelen partiliye bir makam mevki vermesi sonucu oluşan liyakatsizlik, başımıza dert oluyor.

İşini bilmeyenlerle, yapamayanlar arasında gidip gelen liyakat, ülke geleceğini de tehlikeli hale getiriyor.

Böylece elin adamı uzaya gidip gelirken bizim hala kendimize has ekonomi modelleri ile uğraşmamız çarpıcı bir örnek sanırım.

Üniversiteye girmek, çıkmak artık zor değil günümüzde.

Giriyorsun, çıkıyorsun.

O kadar.

Ama sonrası muamma.

Bir tane kendi işini yapan mezun yok ortada.

Herkesin aklı başka yerde.

İşte o üniversitelerin birinde ciddi olarak öğrencilerine sınav yapan bir hocanın dersi.

Üniversite öğrencisi mantık yürütme sınavına giriyor.

Profesör soruyor:

-“Uçakta 500 tuğla var. Biri düştü, kaç tane kaldı?”

Öğrenci:

-“499.”

-“Doğru. Peki, bir Fili kaç adımda buzdolabına sokarsın?”

-“Üç adımda. Buzdolabını aç; Fili sok; buzdolabını kapat.”

Profesör:

-“Doğru! Peki, Zürafayı kaç adımda sokarsın buzdolabına?”

-“Dört adımda. Buzdolabını aç; Fili çıkart; Zürafayı sok; buzdolabını kapat.”

-“Doğru! Aslanın doğum gününe tüm hayvanlar gitmiş, biri hariç. Hangisi?”

Öğrenci:

-“Zürafa... O hâlâ buzdolabında.”

-“Doğru! Bir nine Timsahlı bataklıktan geçmek istiyor. Bataklıkta kaç timsah var?”

-“Sıfır… Onların hepsi aslanın doğum gününde.”

Profesör:

-“Doğru. Nine bataklığı geçmeye başlamış, fakat ölmüş. Neden?”

Öğrenci:

-“?”

Profesör:

-“Kafatasının çatlaması sonucu.”

Öğrenci:

-“Nasıl yani ya?”

Profesör:

-“İlk soruda ki tuğla!”

Öğrenci:

-“Hadi be…”