Bugüne sevgi sözcükleriyle başlayalım.
Öyle ya, “İmanımız gevredi” diye bir söz vardır.
Şimdilerde bunu yaşıyoruz zira.
Nereye uzansak elimiz yanıyor pahalılıktan.
İnsanların yüzü gülmüyor.
Esnaf şikâyetçi, memur şikâyetçi, emekli, işçi, dul, yetim şikâyetçi.
“Sevgiyle başlayalım” dedim bugüne.
Aklıma şarkısı geldi;
“Bu ne sevgi ah!
Bu ne ızdırap…”
Abdullah Yüce okurdu TRT radyolarından gelen sesi inletirdi ortalığı.
“Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap,
Zavallı kalbim ne kadar harap.
Nasibim olsun bir yudum şarap,
Sun da içelim yârin elinden…”
Hüzzam makamındaki bu eserin güftesi Hasan Bayrı’ya aitmiş.
Bestesi ise Abdullah Yüce’ninmiş.
1946 yılında piyasaya çıkan bu eser, o devrin (iletişim) şartlarına rağmen milyonların dilinde dolaşmış.
Şarkının güftecisi Hasan Bayrı, “Şadiye” adında bir kıza âşık olmuş.
Bu aşk nişanlılıkla sonuçlanmış ancak maddi sebeplerden dolayı nişanlısından ayrılmış.
Ayrılığa çok üzülen Hasan Bayrı, bu şiiri tasarlamış…
“Al şu kadehi yaşla doldurma,
Düşürme yeter gönlümü gama.
Gurubun rengi vurmadan cama,
Ver de sesini tatlı dilinden…
Bahtım sarılmış simsiyah tüle,
Nemli gözlerle yalvardım güle.
Uzak kalırsan bana acele,
Selamlar gönder seher yeliyle…”
Akşam eve gidince bir duble içkisini koymuş ve duygularını kalemle anlatmaya başlamış.
Belki de bu bir umutsuz aşkın mısraları olacaktı.
Sevgi ve ızdırabı birlikte yaşamanın hikâyesi olacaktı.
Nemli gözleri ile baktı güle ve dokundu talihsiz yaşamına…
Bartın’da yapılacak olan bir etkinlikte bu şiirin okunması istenir.
O yıllarda Bartın Ordu Evi’nde askerlik yapan Abdullah Yüce şiiri okur ve çok beğenir.
Askerlikten sonra İstanbul'da bu şarkıyı notaya alır ve ilk bestesi olarak tarihe geçer…
İşte sevginin şiiri bu.
Bir aşk ve sonunda bir hayat…
Sevginin her türlüsü var.
Ama günümüzde Trump’ın Türkiye sevgisi bitmiyor, sürekli bir “Sevgi mesajları” yollayıp duruyor bize.
Baksanıza daha geçenlerde yaptığı açıklamada ABD Başkanı “Donald Trump” gazetecilere;
“Türkiye’yi sevdiğini ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile iyi anlaştığını” söyledi ve ekledi: “Erdoğan çok akıllı bir adam ve çok güçlü. Esad’ın ise çocuklara yaptıklarıyla bir kasap olduğunu söyleyebilirim. Erdoğan iyi anlaştığım biri. Büyük bir askeri gücü var. Ve bu gücü savaşlarda yıpranmadı. Çok güçlü ve etkili bir ordu kurdu…”
Daha düne kadar Rahip Brunson’u elimizden nasıl aldığını televizyonlarda ballandıra ballandıra anlatan sanki başkası değilmiş gibi.
Ama olsun sevgide bazen kavgalar oluyor.
“Sevgi” dedik ya;
Ülkemize olan sevgiler bitmiyor.
Avrupa bizi kıskanırken meğer sevgisindenmiş.
Hani insan sevdiğini kıskanır ya?
O hesap.
AB Komisyonu Başkanı “Ursula von der Leyen” daha dün ülkemize geldi.
Aslında önce telefon etti.
Ama “Böyle telefonla filan olmaz” demiş olacak ki, te oralardan kalktı ülkemize geldi…
Bu olaylara bakınca “Bu ne sevgi ah!” demek pek acayip olmaz sanırım.
Bu yazımı yazarken haberlere de şöyle bir göz atıyorum.
İşte okuduklarım:
Fatih Portakal Donald’ın “Ordumuz ile ilgili cümlelerini” şöyle yorumlamış:
“Sen ne demek istiyorsun arkadaş? Kendi ordunla bir savaş mı planlıyorsun da Johnny’nin yerine Mehmetçik’i mi sürmeyi düşünüyorsun?”
Porakal’ın son yorumu ise şöyle;
“Büyük ihtimalle İran ile bir savaşa hazırlanıyor, anladığımız kadarıyla. Ve Türk ordusundan yardım isteyecek…”
Dedik ya;
“Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap!”
Gelelim diğer tarafa.
Yani AB’ye.
X hesabından bir açıklama yapan “Ursula von der Leyen” şöyle yazmış;
“Türkiye göç konusunda kilit bir ortak. Suriyeli mültecilere ev sahipliği yapma çabalarını desteklemek için 2024’e kadar 1 milyar euroluk ek kaynak yolda…”
Ne diyor?
“2024’e kadar.”
Suriyelileri ülkemizde tuttuğumuz sürece 2025’te daha ne kadar para verileceği belli değil.
“Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap!”
İşleri düşmese yüzümüze bakmayacaklar da, neyse…
Ben yine de sevgilerine yormak istiyorum.
Çünkü sevgide saflık vardır.
Bir de “Sevgi emektir…”
“Selvi Boylum, Al Yazmalım” adlı filmde Cengiz Aytmatov’a ait olan bu söz geçer.
“Emek vermeden sevgi olmaz” der.
Görüyoruz.
Ne emek harcıyorlar sevgimizi kazanmak için…
ÇEVREMİZ KUŞATILDI
Çanakkale Çevre ve Doğa Dernekleri Federasyonu kamuoyun bir açıklama yaptı geçenlerde.
Belki gözünüzden kaçmıştır.
Doğamızın hangi tehditler altında olduğunu ve ileride hangi olumsuzlukları yaşatacağına dikkat çekmek adına sizlere özet olarak aktarmak istedim.
Şöyle diyordu bu açıklamada;
“… Önemli bir su yolu olan Çanakkale Boğazı, Çanakkale Savaşları, Çaka Bey’in gömüldüğü yer ve antik çağların en büyük savaşlarından birisi olan Truva (Troia, Wilusa) da bu il sınırları içindeki önemli tarihi olaylardır. Otuz dört kale, yetmiş kadar antik kent (tespit edilen) bu coğrafyada bulunmaktadır.”
“Toplamda 167 antik şehir adının bu coğrafya içinde bulunduğu tespit edilmiş.”
“… İlimizde;
Kaz Dağları,
Ağı Dağı,
Yumru Dağları (Biga Dağları),
Gönen Dağları ve
Avrupa tarafında da Koru Dağları silsilesi önemli yükseltilerdir…”
“Yine;
Biga Ovası,
Ezine Ovası,
Peren Ovası,
Evreşe Ovası,
Agonya (Yenice) Ovası bulunmaktadır...”
“… Ayrıca;
Kocabaşçayı,
Sarıçay,
Karamenderes Çayı,
Tuzla Çayı,
Kavak Çayı,
Kepez Çayı,
Kirte Çayı,
Musaköy Çayı,
Umurbey Çayı,
Bayramdere Çayı,
Akçin Çayı ve
Mıhlı Çayı gibi akarsularımız vardır...”
“… Bu kadar güzel bir il,
Metalik madencilik,
Termik santral,
Taş ocakları,
Enerji üretiminde de RES, JES, GES şirketlerinin hücumuna maruz kalmıştır...”
“… Bu yöre;
16 termik santral,
14 altın madeni,
Tuzla Çayı çevresinde 5 JES,
eko turizm adı altında da (yaklaşık) 450 kadar imar için rantsal çıkar hücumuna uğramaktadır...”
“… Doğal güzelliklerimizi ortadan kaldıracak, metalik madenciliğin biri faal (Lapseki- Şahinli) ve birisi de ÇED raporu oluşturup GSİ ruhsatı almış olan Ağı Dağı Altın-Kurşun Madeni için çevreye vereceği zarar konusu göz ardı edilmektedir.”
“… Kaz Dağlarında 74 endemik bitki bulunurken, Ağı Dağı ve çevresinde 17 endemik bitki bulunmaktadır.”
İncelediğimiz ÇED raporunda,
1- Sirkadyen etki incelenmemiştir...
2- Nikola Tesla dalgaları konusunda bu bölge için bir çalışma yapılmamıştır.
3- Zeeman etkisi incelenmemiştir.
4- Manyetik alan değişikliği konusu hiç çalışılmamıştır.
5- Göçmen Kuşların rotası ve yaban hayatı konusu hiç çalışılmamıştır.
6- Hayvancılıkla geçim temin eden köylülerin maden çıkarılması çalışmasıyla üç köy haritadan silinecek yedi köy de doğrudan etkilenecek ve diğer köyler de olumsuz etkilenecektir. Toplam yirmi köyü etkileyecek olan bu faaliyet sonucu, köylülerimizin mezarlıkları bile yok olacağına göre, bu yıkımı yapma hakkını nereden almaktasınız, diye ayrıca sormak da gerekir...
7 - Yöredeki endemik bitkilerin yok olmaması için ne gibi tedbirler alınmıştır.
8- Yöre çölleşeceğine göre bu yörede yaşayan insanların içme suyunu nasıl karşılayacaksınız?
9- Maden üretimi bittikten sonra, yöre insanının gelir düzeyini artıracak ne gibi tedbirler aldınız?”
Bu rapora bakınca şu gerçeği görmemiz lazım artık.
Etrafımız kuşatılmış.
Geleceğimiz söz konusu.
Elimizdeki güzelliklerin değerini bilmemiz ve çocuklarımızdan emanet aldığımız bu toprakları, yine aynı güzelliklerle onlara bırakmamız gerekiyor…
KAHVE YEMEN’DEN Mİ?
Sosyal medyadan kahve ile ilgili bir yazı buldum, Sonad Pelit’e ait olduğu yazıyordu yazının altında.
Milattan sonra 800'lü yıllardı.
Bugün Etiyopya dediğimiz Habeşistan'ın “Kaffa şehrinin” yüksek yaylalarında “Kaldi” adında bir çoban keçilerini otlatıyordu.
Bir gün dikkatini ilginç bir şey çekti.
Yüksek tepelere çıkarken yorulan keçiler, bir ağacın kırmızı küçük meyvelerini yiyince canlanıyor, yerlerinde duramıyor, hatta uyuyamıyorlardı.
Çoban Kaldi, “Neden?” diye sordu kendi kendine, sonra “Bu meyveden olmalı” dedi.
Ve o meyvelerden kendisi de yedi.
Kısa sürede güçlendiğini, daha enerji dolu olduğunu fark etti.
İşte o meyve kahveydi.
Bugün dünyada en çok satılan ikinci ürün.
Kahve adı da bulunduğu şehrin adı Kaffa'dan geliyor.
Ünü kısa sürede bölgeye yayıldı.
Özellikle Arap yarımadasında vazgeçilmez bir tutku oldu.
Araplar “Qahva” dediler, bu mutluluk hormonuna.
İngilizler “Coffe”
Ünü Yemen'den Osmanlı'ya, Osmanlı'dan Avrupa'ya, oradan da Amerika'ya taşındı.
Osmanlı Sarayında özel “Kahvecibaşı” çalışıyordu.
Adamın tek işi padişaha kahve pişirmekti.
Türkülerimize bile girdi kahve.
“Kahve Yemen'den gelir,
Suyu çemenden gelir.”
“Kahve koydum fincana,
Hele bakın şu Can’a,
Körolasın kel Saim
Nasıl da kıydın bu cana.”
Kahveyi Afrika'dan Arap yarımadasına taşıyanlar Müslüman dervişlerdi.
Örneğin birinin adı Baba Budan’dı.
Sufi bir derviş.
Amerika ve uzak doğuya taşıyanlar ise Hıristiyan keşişler oldu.
Dervişler kahveyi tek tip içtiler, tozunu sıcak su ile kaynattılar.
Bizim Türk kahvesi dediğimiz de öyle yapılanlardan.
Keşişler ise kahvenin farklı türlerini buldu.
Mesela “Cappucino” adı keşişlerin giydiği “Kapşonlu elbiseden” geliyordu.
Koyu kavrulmuş kahveden yapılana “Espresso” dediler.
Bazıları Ekspresso dese bile orijinali Espresso, İspanyolca “Preslemek, sıcak” anlamında.
Süt üzerine espressoyu dökünce ortaya “Macchiato” çıktı.
Macchiato İtalyanca “Benek” demek.
Sütün üzerinde kahve benekleri.
Espresso'nun üzerine sıcak su eklenince oldu sana “Cafe Americano”
Espresso, süt ve kakao karışımına da “Mocha” dediler.
İsmi Yemen'deki “El Mocha” limanından geldi.
Kahveyi ilk perakende satanlar da Araplar.
Kahvehane kültürü Arap yarımadasından Anadolu’ya yayılıyor, buradan da Viyana'ya ve tüm Avrupa'ya.
İlk kahvehanenin Kâbe’nin yanında açıldığı söylenir.
Bizim toplumumuz aslında sıkı kahveciymiş.
Bir zamanlar çaydan çok kahve tüketilirmiş.
Eskiden sabah kahvaltısında çay içme geleneğimiz yokmuş.
Çay tiryakiliğimiz daha yeni, yüzyıl bile değil.
Çayı yokluktan içmişiz ve alışmışız.
İkinci Dünya Savaşı ve ardından gelen ekonomik kriz nedeniyle Türkiye kahve ithal edememiş.
Piyasada kahve karneye bağlanmış.
İnsanlar 250 gram kahve alabilmek için uzun kuyruklar oluşturmuş.
Bunun üzerine zorunlu çaya dönmüşler.
Kahvehaneler olmuş çayhane.
Şimdi keyifli keyifli sabah kahvenizi içerken Çoban Kaldi’nin keçilerini düşünün hele.
Ya o keçiler olmasaydı, halimiz ne olurdu?
Fincandan burnumuza yükselen mis gibi kokuyu alamamak, şahsen ben hayatımda büyük yokluk hissederdim.
Çünkü kahve bazıları için hayatın benzinidir.
Kahve höpürtülerek konuşulan bir dildir.