Geçen haftalardan takip ettiyseniz biz eşim Gülay ile beraber Yunanistan’a gittik.
Ne macera, ne macera ama.
Otele yerleştikten sonra, yemek yiyeceğimiz lokantaya gidip kelle olarak taksiyle dönmüştük en son hatırlarsanız.
Öğleye yakın kalktığımızda başımız çatlıyordu adeta.
Bugün dönüş yapacaktık ama öncesinde “Denize girelim” dedi eşim.
“Yahu benim bırak denize girmeyi, adım atacak halim yok” desem de ikna edemedim kendisini.
Yüzümü yıkayıp çıkana kadar plaj kıyafetlerini giymişti bile.
“Arabadan da havluları aldık mı? İşimiz tamam” dedi, yürüdü çıktı kapıdan.
Sürüne sürüne düştüm peşine.
Otelin karşısındaki restorana gittik.
Önü lebi derya plaj.
Konsept şöyle; yiyip, içiyorsun bir yandan da denize giriyorsun.
Kabinler, şemsiyeler, şezlonglar restorana ait. Ayrıca para yok.
Adamlar güzel sistem kurmuşlar.
Ben daha sandalyeme oturmadan eşim kumsaldan koşa koşa denize doğru giderken bana da bağırıyordu:
“Haydi Rüstem gel!”
Mecburen gittik peşinden, güzelim Ege’nin sularına bıraktık kendimizi.
Tuzlu su yorgunluğumu almıştı sanki.
Kendime gelmiştim.
Alışkın olmadığım içki çarpmıştı beni belliydi.
Yoksa tek şişenin benim gibi iri cüsseli adamı yıkması mümkün değildi.
Ben kendi kendime denizde kıpraşırken baktım bizim hatun yok.
Sağıma baktım, soluma baktım kadın resmen yok.
Tam telaşa verecekken baktım restoranda masaya oturmuş bana el sallıyor.
Gittim yanına tabi.
Kızmadım da değil hani.
Tam; “Yahu denizden çıkarken insan haber verir!” diye söylenecekken bana baktı ve “Kalamarları söyledim, yanına da birer bira istedim” demez mi?
O günü kızgın güneş altında deniz, kalamar ve bira arasında geçirdik.
Akşama doğru “Haydi artık gidelim” desem de Gülay; “Bir gece daha mı kalsak acaba? Yarın sabah erkenden gideriz” dedi ve ekledi; “Şimdi bu kafayla o kadar yolu gidemeyiz zaten…”
Kadın kafasından planı yapmış, beni de planına uydurmaya çalışıyordu.
Saflığa vurdum zira yapacak bir şey yoktu.
“Tamam karıcığım sen nasıl istersen” dedim ve “Sanki bekleyenimiz var, boş ver” diyerek girdim koluna, döndük otele.
“Şuraya uzanıp azıcık kestireyim” dedim.
Güneş çarpmıştı sanki turşu gibiydim.
“Olur, biraz dinlen de saat sekiz gibi çıkarız” dedi.
“Nereye?” diye sordum, “Yahu akşamı yatarak mı geçireceğiz? Yer ayırttım, kalamarı meşhur bir lokantaya gideceğiz” demesin mi?
Kalamar yemekten içim dışıma çıkmıştı aslında.
“Dinlenseydik keşke” diyemedim mecburen uyduk hatuna.
O gece yine işin dozunu kaçırdık.
Gece yarısı geldik otele, ben yatağa nasıl yattığı hatırlamıyorum.
Sabah erkenden kalkamadım zaten.
Öğlende ancak kalkabildim.
Uyandığımda Gülay ortada yoktu yine.
Balkona çıktığımda Gülay, deniz kenarındaki lokantadan bana el sallayarak hazırlattığı kahvaltıyı gösteriyordu ve bağırıyordu;
“Haydi gel, seni bekliyorum!”
O gün akşama doğru yola çıkabildik.
Gümrüklerde de canımız çıktı adeta.
Eve geldiğimizde saat gece yarısına yaklaşıyordu.
“Gülay ne olur beni sabah kaldırma, bütün gün yatacağım” diyerek zor attım yatağa.
Ertesi günü öğlen saat üçte “İnşallah karıcığım yeni bir sürpriz yapmamıştır” diyerek kalktım yataktan…
DOĞRU KADIN, DOĞRU ADAM
Güzel bir yazı.
Buraya almasam olmazdı.
Bir uçak yolculuğunda yan koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark eden yazar, yorum yapmaktan kendini alamaz.
“Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız!”
Adam bunun üzerine; “Yanlış kadınla evlendim de ondan!” diye karşılık verir.
Yazar Ziglar, bu anıyı aktardıktan sonra şöyle sorar;
“Peki ya bu adam doğru adam mı? Yani kadın doğru adamla mı evlenmiş? Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız, sonuçta doğru insanla evlenmiş olmaz mısınız? Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız, yanlış bir evlilik yapmışsınız demektir. Çünkü doğru insan olmak, doğru insanla evlenmekten çok daha fazlasıdır!”
Yazar kitabında şu öyküyü anlatır;
“Yıllar önce Hawai’de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır. Bir erkek sevdiği kızla evlenebilmek için, kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundadır.
İnek sayısının 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmektedir.
Ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır.
Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle (kabul görmeyen) tipte, şanssız bir kızdır ve babası ona 3 inek fiyat biçmiştir.
2 inekli bir teklifi de kabul edecektir, hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe de fit olmaya razıdır.
Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünür.
Oysa yaşlı adam herkesi sevince boğarak büyük kıza talip olur.
Herkes en azından isteneni yani, 3 inek ödeyeceğini düşünürken Johny, yanında 12 tane inekle gelmiştir.
O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin ve damat iki yıllık balayı planlamıştır.
Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün ahaliden biri dönüşlerini haber vermeye gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan emin değildir.
Aslında Johny’i tanımıştır fakat kızdan emin olamamıştır.
Yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisidir. İyice yaklaştıklarında kimsenin tereddüdü kalmaz.
Fakat kızın güzelliği, cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek ölçüdedir.
Yakından bakanlar Johnny’nin 12 inek karşılığında iyi bir alışveriş yaptığını düşünürler.”
Yazar işin püf noktasını şöyle özetler;
“Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi.”
Bu hep böyle olmaktadır.
Eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir.
Aslında;
“Doğru adam”, “Doğru kadını” inşa eder.
“Doğru kadın” da, “Doğru adamı…”
LEBLEBİ
Bu yazı da sosyal medyada “Alıntıdır” ek notuyla piyasada gezip duruyor.
Kim yazdıysa kalemine sağlık.
Ben yayımlamasam “Ayıp olur” diye düşündüm.
Dün Ankara’dan Samsun’a gidiyoruz, Çorum’da mola verdik.
Ehhh...
“Çorum” deyince de “Leblebi” malum, alınacak artık.
Çünkü çevrede seven var.
Ben hiç sevmem bu mendeburu.
Neyini seveyim?
Çocukluğumda bir de bunun tozunu yerdik, öyle böyle değil...
Alırdık ağza bir tutam toz, yutsan yutulmaz, çiğnesen çiğnenmez.
Ööööyyyle nom nom...
Kalırdık orta yerde.
Neyse, bu sefer bir kutu leblebi kurabiyesi aldık.
“Kurabiye” dediğime bakma, sıkışmış leblebi tozu.
Ortaya bir leblebi oturtmuşlar, sanırsın bir mahsun eserdir.
Altı üstü, Petriot füzesi ile S400 karışımı bir şey.
Havadan at, bir canlı ruh kalmaz aşağıda, ruhsuzlara dokunmuyor ama...
Nasılsa, yiyorlar..!
“Ne varmış içinde, bakalım” dedik.
Leblebi tozunu palmiye yağından yapılmış margarin ile karıştırmışlar, biraz mısır nişastası, biraz süt tozu, biraz da şeker.
Çorum leblebi kurabiyesi.
Yerli ve milli...
Palm yağı nerden çıktı?
Çünkü memlekette sıvı yağ üretimi azaldı. Ayçiçeği yağının bile %70'i dışarıdan geliyor.
Niye ki?
Ayçiçeği ekimine destek azaldı, ekim alanı düştü.
Tarım politikası böyle.
Düştü de ne oldu?
“Sıvı yağ açığımız kapansın” diye dışarıdan palmiye yağı aldık, pamuk yağı aldık...
Bak burası önemli, zira bu palmiye yağı helal.
Yaaa...!
En çok kim yetiştiriyor bunu?
Endonezya ve Malezya.
Malezya’da üretilen palm yağının %53’ü İslam ülkeleri tarafından ithal ediliyor.
Çünkü helal.
“Codex Alimentarius” gibi uluslararası kuruluşlar tarafından tanınan “Islamic Development Department” tarafından helal yiyecek statüsünde sayılmış.
Palm yağına güvenimiz tam.
Yok efendim palmiye yağı uğruna Dünyada saat başı 300 futbol sahası büyüklüğünde yağmur ormanı kesiliyormuş, yok orangutanlarmış, yok kuşlarmış, maymunlarmış...
Ne demiş İzmir Emniyeti?
“Çevrecinin teröriste dönüşümü çok kolaydır.”
Helal mi?
Helal!
İlerleyelim.
Milli ve yerli Çorum leblebisi için ne lazım?
Nohut.
Nohut nereden..?
7500 yıldır Anadolu'da.
Anavatanı Antep, Mardin...
Halis, muhlis yerli...
Öyle san...
Son yıllarda ithal ediyoruz.
ABD, Arjantin, Meksika...
Oradan geliyor, Çorum'da, Denizli'de leblebi oluyor.
Niye ki?
Ekim alanı azaldı, fiyat arttı, yetmiyor...
Mercimek de aynı durumda.
Meksika’dan nohudu al, burada leblebi yap.
Helal mi?
Kurabiyedeki mısır nişastası nereden?
Ya o GDO'lu mısırdansa?
O da ihtal.
Ya süt tozu?
O da ithal.
Ama kurabiye yerli.
“Bunca yalanı, dolanı, talanı... ‘Helal’ diye yiyip-yutuyoruz da, şu zıpır leblebi mi gözüne battı” diyorsun.
Battı valla, sana batmadı mı?
İLK DALGIÇ
Bilinen en eski dalgıç kabile “Chinchorro” dur.
Bundan 7000 yıl önce, M.Ö. 5000 yılında bugünkü kuzey Şili ve güney Peru arasındaki sahil şeridinde yaşamışlar.
Chinchorro mumyalarında yapılan incelemede, kabile bireylerinin kulak kanalındaki kemiklerin, kulak zarını korumak için kanal boyunca büyüdüklerini fark edilmiş.
Bu dalış, sörf ve kano yapan ve sürekli suya maruz kalan kişilerde rastlanan ekzositoz rahatsızlığını işaret etdiyormuş.
Chinchorro kabilesi, su altında topladıklarıyla geçinen bir kabile olarak biliniyormuş.
Zaman zaman en eski dalgıç olduğu iddia edilen Gılgamış Destanı’nda geçen
“Dalgıç”, 4.000 yıldan daha önce yaşamış olan Gılgamış’tı.
MÖ 2800'de, kil tabletler üzerindeki çivi yazısıyla belgelendiği gibi, “Ebedi Gençlik Bitkisi”ni ele geçirmek için su altında yüzdü.
Efsaneye göre;
“Ayaklarına büyük taşlar bağlayarak kendini okyanusun derinliklerine braktı.
Bitkiyi bulup çıkardıktan sonra, yüzeye geri dönmek için ayaklarındaki taşları kesti.
Karaya çıktıktan sonra, bir şekerleme yapmanın iyi bir fikir olacağına karar verdi ve uyudu.
Zavallı Gılgamış sonsuza dek genç kalabilmeden önce, kurnaz bir yılan geldi ve uyurken bitkiyi yedi!”
Nefes tutma, ilk olarak bu hikâyede belgelendi.
KİTAP VE İYİLİK
İngiltere’nin Southampton kentinde bir kitapçı yüksek kira artışı sebebiyle taşınacakmış.
Fakat taşınma oldukça maliyetli olacağından müşterilerinden kitapları yeni yerine taşımak yardım istemiş
Bu çağrı üzerine 250’den fazla genç, yaşlı, çoluk çocuk cevap vermiş ve dükkândan aldıkları kitapları elden ele geçirerek diğer dükkâna taşımışlar.
Binlerce kitabı 150 metre mesafedeki yeni dükkâna ulaştırmaları için bir saat yetmiş.
Keşke her dükkânın kitap okuyan böylesi çoğunlukta müşterisi olsa…
İNCİNSEN DE İNCİTME
Bu kirlenmiş dünyayı yaşanılır kılan nedir bilir misin?
‘İncinsen de incitme” diyen Hacı Bektaş Veli,
‘Yaradılanı sev, yaradandan ötürü’ diyen Yunus'u,
‘Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir’ diyen Hacı Bektaş Veli'si,
‘Ne mutlu eğri zamanda doğru yerde durabilene’ diyen Pir Sultan Abdal'ı,
‘Beni hor görme gardaşım, sen altınsın da ben tunç muyum?’ diyen Veysel'i,
‘Kötü insanların türküleri yoktur’ diyen Neşet Ertaş'ı,
‘Bütün aşklardan yücedir, insanın insanı sevmesi’ diyen Mahsuni'si,
‘Sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman…
Vatan ki; Bu insanların evidir, sevgilim
Onlar vatana düşman’ diyen Nazım'ı,
‘Çiçek gibi insanların kalbini kırdınız, bahçeleriniz bahar görmesin’ diyen Ahmed Arif'i,
‘Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir barıştır’ diyen Yaşar Kemal'i,
Var...
Yani bu kadim topraklarda kin ve nefret yeşermez.
Her şeye rağmen sevgi yeşerecektir...
Kardeşçe.
Aynen Özdemir Asaf’ın dediği gibi;
“Acaba çok yağsa yağmur temizlenir mi bu kirli dünya?”