Bugün çevrenizde veya akrabalarınız arasında bu hastalığa sahip kişiler olabilir.
Onlara baktıkça içinizin nasıl acıdığını da iyi bilirim.
Aynı şekilde rahmetli teyzem de yoğun bir şekilde yaşamıştı bu hastalığı.
Bir salgın gibi yayılan bu hastalık yaşam süremizin uzamasıyla ortaya çıktı.
Sadece Alzheimer hastasını değil, ona bakmak zorunda olan aile bireylerinin veya yakınlarının da psikolojik, sosyal ve ekonomik olarak etkilendiği bir hastalık.
Gerçekten olduk zor bir yaşam…
Dünya Sağlık Örgütü tahminlerine göre halen 55 milyonun üzerinde olan demanslı hasta sayısı 2030 yılında 75 milyona ve 2050 yılında 132 milyona ulaşacak olup yapılan incelemeler her üç saniyede yeni bir demans tanısı konulduğunu ve bunların %60-80'inin Alzheimer hastası olduğunu göstermekteymiş.
Dünya Alzheimer Günü dolayısı ile Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü bu bilgiyi paylaşmıştı.
Erken evre belirtileri ile ilgili şu açıklama yapılmış:
*Doğru kelimeyi veya ismi bulamamak.
*Yeni tanıştığı kişinin ismini hatırlayamamak.
*Sosyal veya iş ortamlarında görevleri yerine getirmede zorluk yaşamak.
*Yeni okunan şeyleri unutmak.
*Değerli bir nesneyi kaybetmek veya yanlış yere koymak.
Orta evre belirtileri ise şunlarmış:
*Olayları veya kişisel geçmişi unutmak.
*Özellikle sosyal veya zihinsel olarak zorlu durumlarda aşırı karamsar olmak.
*Adres, telefon numarası, okuduğu okul vb. bilgileri hatırlayamamak.
*Nerede olduğu veya hangi gün olduğu konusunda kafa karışıklığı yaşamak.
*Mevsime veya duruma uygun kıyafet seçiminde yardıma ihtiyaç duymak.
*Mesane ve bağırsaklarını kontrol etmekte zorluk çekmek.
*Gündüz uyumak ve geceleri huzursuz olmak gibi uyku düzeninde değişiklikler yaşamak.
*Gezinme ve kaybolma eğiliminde artış yaşamak.
*Aşırı şüphecilik, sanrı bozukluğu, el sıkma veya doku parçalama gibi kompulsif hareketler ve tekrarlayan davranışlar da dahil olmak üzere kişilik ve davranış değişiklikleri göstermek.
İleri evre belirtileri ise şunlarmış:
*Çevrelerine ilişkin farkındalığı kaybetmek.
*Yürüme, oturma ve sonunda yutma dahil olmak üzere fiziksel yeteneklerde olumsuz değişiklikler yaşamak.
*İletişim kurmakta zorluk yaşamak.
*Günlük kişisel bakım konusunda 24 saat yardıma ihtiyaç duymak.
Hastalıktan korunmak için şunlar tavsiye ediliyor:
*Fiziksel olarak aktif kalmak,
*Sağlıklı beslenmek,
*Sigara içmemek ve alkol kullanmamak,
*Keyif alınan şeyleri yapmaya devam etmek,
*Zihni aktif tutmak,
*Önemli şeyleri not almak,
*Arkadaşlar ve aile fertleriyle vakit geçirmek,
*Doktor kontrollerini düzenli yaptırmak…
Ayrıca;
Yapılan araştırmalar aşırı alkol ve sigara kullanımının, yaşamın ileri dönemlerinde Alzheimer riski oluşturduğunu gösteriyormuş.
Alkol ve sigara tüketimi beynin küçülmesine, özellikle de hafıza ile ilgili olan 'hipokampüs' bölümünün küçülmesine neden oluyormuş.
Hastalığın en büyük sebebi olarak:
“Hareketsiz yaşam ve fastfood tarzı beslenme” belirtiliyor.
Dünyada ise bu hastalığın görüldüğü ilk 5 ülke ise şöyle:
%54.65 ile Finlandiya başta olmak üzere, Birleşik Krallık %42.70,
Slovakya %38.15,
Arnavutluk %36.92 ve
İzlanda %35.59
Şimdi;
Bu yazıyı sosyal medyadan buldum ve altında muhakkak paylaşılması gerektiği yazıyordu.
Ben de onu yerine getirdim
Ola ki bu yazının birilerine yardımı dokunur.
Amerika Birleşik Devletleri'nde, Alzheimer hastalığı ile yaklaşık 5,4 milyon insan teşhis edilmiş. Bu rakam yaşlanan nüfus ile hızla büyüyormuş.
Onlardan biri Steve Newport’du.
Karısı Mary Newport bir doktordu.
Mary kocasının ciddi Alzheimer hastalığı olduğunu öğrendi.
Doktor kocasını hastanede muayene ettiğinde, Steve'den “Bir tane saat çizmesini” istedi.
O saat yerine, “Birkaç daire” çizdi ve daha sonra mantıksız “Birkaç figür” çizdi.
Hiç bir saat gibi değildi!
Doktor onu bir kenara çekti ve şöyle dedi: “Kocanız çoktan Alzheimer hastalığının eşiğinde!”
Bir kişinin Alzheimer hastalığı olup olmadığının bir testi olduğu ortaya çıktı. Mary o sırada çok üzgündü, ama bir doktor olarak, sadece pes etmeyecekti. Hastalığı incelemeye başladı.
Alzheimer hastalığının beyine glikoz eksikliği ile ilişkili olduğunu keşfetti.
Araştırması şunları söylüyordu: “Yaşlıların demansı kafasına diyabet gibi geliyor!
Birisi Diyabet veya Alzheimer hastalığı semptomlarına sahip olmadan önce, vücudun zaten 10 ila 20 yıl boyunca problemleri vardı.”
Dr. Mary'nin çalışmasına göre Alzheimer hastalığı;
Tip 1 veya Tip 2 diyabetlere çok benziyordu.
Nedeni aynı zamanda insülin dengesizliğiydi.
İnsülin sorunu olduğu için, beyin hücrelerinin glikozu emmesini önlüyordu. Glikoz, beyin hücrelerinin beslenmesi olduğundan Glikoz olmadan, beyin hücreleri ölüyordu.
Sonuç olarak;
Bu yüksek kaliteli proteinler vücudumuzu besleyen hücrelerdir ama beyin hücrelerimizin beslenmesi de glikozdur.
Bu iki çeşit yiyeceğin kaynağına hâkim olduğumuz sürece, kendi sağlığımızın ustaları oluruz.
Bir sonraki soru, glikozu nerede bulacağız?
Mağazadan alınan hazır glikoz olamazdı ve üzüm gibi meyvelerden de değildi.
Dr. Mary alternatif arayışına başladı.
Beyin hücreleri için alternatif besinler, ketonlardı.
Ketonlar, beyin hücrelerinde gerekliydi ama vitaminlerde bulunamazdı.
Hindistan cevizi yağı; Trigliserit içeriyordu ve içindeki trigliseritler tüketildikten sonra karaciğerde ketonlara metabolize ediliyordu.
Bu beyin hücreleri için alternatif bir besindi!
Bu bilimsel doğrulamanın ardından Dr. Mary, kocasının yemeğine Hindistan cevizi yağı ekledi.
Mary şöyle dedi: “Tanrı’nın dualarımı duyduğunu mu sandım? Hindistan cevizi yağı işe yaramaz mıydı? Ama başka yolu yok. Her neyse hindistancevizi yağını almaya devam etmek daha iyi.”
Dr. Mary artık geleneksel tıp pratiğinin bir parçasıydı. Geleneksel tıbbın yeteneklerini açıkça biliyordu.
Üç hafta sonra, onu bir akıllı saat testi yapmak için üçüncü kez aldı, performans son kez daha iyi oldu. Bu ilerleme sadece entelektüel değil, aynı zamanda duygusal ve fizikseldi.
Mary şöyle dedi: “Koşmasını yapamadı ama şimdi koşabiliyor. Bir buçuk yıldır okuyamadı, ama şimdi üç ay boyunca hindistan cevizi yağı aldıktan sonra tekrar okuyabiliyor.”
Hindistan cevizi yağında yeşil soğan ve soğanları kızarttıktan sonra, Hindistan cevizli kekler yaptıktan sonra, 2-3 çorba kaşığı Hindistan cevizi yağı alındıktan sonra, 2-3 ay sonra gözler de normal olarak odaklanabilir.
Dr. Mary’nin çalışmaları, Hindistancevizi yağının yaşlılarda demans problemini gerçekten geliştirdiğini kanıtladı.
Ekmeğe Hindistancevizi yağı uygulayın. Hindistan cevizi kreması kullanıldığında, tat beklenmedik şekilde iyi olacaktır.
Gençler ayrıca sağlığı korumak ve önlemek için kullanabilir ve bunama belirtileri varsa düzelebilirler.
Özellikle diyabetik hastalar için insülin salgılanması kolay değildir; “Beslenme beynine ulaşamaz. Beyin hücreleri açlıktan ölünce, zekâdan mahrum kalırlar.”
Hindistan cevizi yağı, insülin kullanmadan beyne besin sağlayabilen orta zincirli trigliserit içerir.
Böylece Alzheimer hastalığını ve Parkinson hastalığını iyileştirebilir…
Bu yazı alıntıdır.
Eğer yazılanları uygulayacaksanız muhakkak doktorunuza danışın.
Araştırmalarımda şu sonuçlara da rastladım:
“Bazı teoriler, keton cisimleri gibi Hindistan cevizi yağındaki bileşenlerin Alzheimer hastalığını (AD) potansiyel olarak etkileyebileceğini öne sürmektedir.
Ancak, şu anda Hindistan cevizi yağının bu durumu önlemeye veya tedavi etmeye yardımcı olabileceğini öne süren yeterli kanıt bulunmamaktadır.”
Bir başka yazıda ise şöyle diyordu:
“Beyin fonksiyonları üzerinde orta zincirli yağ asitlerinin etkisi Hindistan cevizi faydaları arasında yer alır. Meyvedeki orta zincirli yağ asitleri glikoza alternatif bir yakıttır ve beyin tarafından enerji olarak MCT kullanılması hafıza ve beyin fonksiyonlarının gelişmesine katkıda bulunabilir.”
Son nokta ise Alzheimer Derneği sitesinde konulmuş:
“Hindistan cevizi yağının Alzheimer hastalığı için bir tedavi veya hatta bir çare olarak kullanılabileceği yönünde bazı iddialar olmuştur.
Ancak, şu anda bu iddiaları destekleyecek yeterli deneysel kanıt bulunmamaktadır.
İddia, Alzheimer hastalığı olan kişilerin beyin hücrelerinin enerji üretmek için glikozu düzgün bir şekilde kullanamadığı ve bu nedenle sinir hücrelerinin ‘Aç Kaldığı’ teorisine dayanmaktadır.
Bazıları Hindistan cevizi yağının beyin için alternatif bir enerji kaynağı olarak işlev görebileceğine inanıyor.
Ancak, bunun böyle olup olmadığını bilmek için yeterli bilimsel kanıt yoktur…”
İşte yazı, işte sonuçlar…
Siz en iyisi doktorunuzun sözünden dışarı çıkmayın…
GERÇEK BİR HİKÂYE
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez sekreter, masasından fırlayarak önlerini kesti…
Öyle ya, bunlar gibi ne idiğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?
Adam, yavaşça “Rektörü görmek istediklerini” söyledi.
İşte bu imkânsızdı…
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu…
Yaşlı kadın çekingen bir tavırla; “Bekleriz” diye mırıldandı…
Sekreter ise, “Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi” diye düşünerek sesini çıkarmadan masasına döndü…
Saatler geçtiği halde, yaşlı çift pes etmedi...
Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı ve rektörün odasına giderek; “Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok” diyerek rektörü iknaya çalıştı.
Anlaşılan çare yoktu…
Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı ve sekreterin anlattığı tablo ile karşılaşınca içi bulanmıştı.
Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.
Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard’da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi.
Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.
Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi.
“Madam” dedi, sert bir sesle;
“Biz Harvard’da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner…”
“Hayır, hayır” diyerek haykırdı yaşlı kadın, “Anıt değil… Belki, Harvard’a bir bina yaptırabiliriz.”
Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, “Bina mı?” diyerek tekrarladı, “Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı…”
Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu.
Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi...
Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: “Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?”
Yaşlı adam karısının bu teklifini başıyla onayladı.
Bay ve Bayan Leland Stanford dışarı çıktılar.
Doğu California’ya, Palo Alto‘ya geldiler.
Ve Harvard’ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.
Amerika’nın en önemli üniversitelerinden birini: “Stanford”du.
Yazı şöyle sonlanıyordu:
“Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara yaklaşmadan önce bir kez daha düşünün...”
TANRI?
Dinler neden en çok Mezopotamya ve Mısır kökenlidir?
Bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
O devirde insanların neler düşündüğü konusunda bizlere bazı ipuçları verebilir.
Şöyle başlıyor yazı:
Çünkü insanlığın yerleşik kültüre geçtiği ilk yer bu bölgedir ve bu bölgeye “Bereketli Hilal” denmektedir.
Bu bölgede insan, bundan 12 bin yıl önce yerleşik kültüre geçince, hayvanları evcilleştirmeyi, bitkileri ıslah etmeyi öğrendi. Bunu yapabilmek için evreni ve doğayı anlamalıydı.
Mezopotamya bölgesi; bundan 10 bin yıl önce dünyanın en verimli ve yaşama elverişli bölge olmakla birlikte, insanı elleri böğründe çaresiz bırakan felaketlerin de merkeziydi.
Yerleşik insan, en büyük depremlere bu bölgede tanık oldu ve bunların tanrısal bir ceza olduğunu düşündü.
Yerleşik insan, dizginlenemez fırtına ve sağanaklara burada tanık oldu ve bunların tanrısal bir ceza olduğuna inandı.
Yerleşik insan, köyleri yakıp yıkan, hasat zamanı gelmiş ekinleri su altında bırakan korkunç sel felaketlerine burada tanık oldu.
Yerleşik insan, ilk büyük salgın hastalıkları burada yaşadı.
Yerleşik insan, yüzlerce yıllık ağaçları kökünden söken fırtına ve poyraza bu bölgede tanık oldu.
Yerleşik insan, aleviyle her şeyi anında yalayıp yutan ya da küle çeviren yanardağlara bu bölgede tanık oldu.
Bütün bu olaylarla baş etmesini öğrendi fakat bunları tanrısal cezalar olarak algıladığı için tanrılara biat edeceğine yemin etti.
Bütün bunları 5000 yıllık şu metinde ifade etmişti:
“Seller her şeyi yiyip yutmakta, ama onu durduracak kimse yok,
Göğü yırtan, sarsıntıyla yeri yerinden oynatan,
Anne ve bebeğini korkunç bir karanlıkla kuşatan,
Olgun ve yeşil kamışları kırıp geçiren,
Hasat zamanı yakınlaşmış ekini suya boğan kim?
Durmadan yükselen ve boyu aşan su ki insanın gözünü kederle doldurmakta,
Ormanları kırıp geçiren korkunç su dalgaları,
Güçlü ağaçları tırpan gibi kesip atan,
Kudurgan fırtına, ardında her şeyi tarumar edip bırakmakta,
Sanki acelesi varmışçasına…”
Bu noktadan sonra, “Tanrı veya tanrılar kelimesini üretmiş olmalılar…”