CILK MESELESİ

Ülkenin "Cılkı çıkmış" diyoruz bazen de iktidarcılar pek anlamıyor.

Zaten bir ülkenin kötü yönetildiği trafiğinden belli olur.

Ehliyet sahibi dersin, kuraldan haberi yok.

Sinyal filan kullanmıyor mübarek.

Adam duracak veya yavaşlayıp sağa, sola dönecek dörtlü flaşörleri yakıyor.

Far ayarlarını bilse yapacak, haberi bile yok.

Bazıları şeridi bile tutturamıyor.

Hele şu motosikletliler!

Üçüncü şerit uygulaması yapıyorlar.

Trafik ışığında beklerken aralardan geçmeleri, hatta en önde yatay konumda konuşlanmaları yok mu? Deli ediyor beni.

İlerine gelince vasıta, işlerine gelince bisiklet numaralarına yatıyorlar.

Şunlara bir önlem alınmadı gitti.

Yapılacak tek iş şu; "Trafik müfettişliğini yaygınlaştırmak."

Fotoğraflayarak ihbar hattı kurmak.

Millet birbirini müzevirleyecek.

Başka yolu yok.

Eskiden duyardık, Almanya'da herkes birbirini ihbar edermiş.

Biz de "Olur mu yahu?" derdik.

Meğer haklılarmış.

Zaten haklı oldukları CİMER'e gelen ihbar sayısından belli.

Millet hak, hukuk, adalet istiyor.

Ülkede o kadar eksik ki, ihbar hatları dolup taşıyor.

Kim sorumlu?

Elbette iktidar.

Beceremiyorlar demek ki…

İNGİLİZ

Pazar günü koymuştum kafama, bazı projelerim vardı kafamda onları hayata geçirecektim.

Zira hava buz gibiydi.

Evde takılıp, bilgisayarımın başına geçip yazacaktım.

Kahvaltı sonra keyifle geçtim başına.

Çayım yanımda öylece relaks olmuşum, huşu içinde klavyeye dokunup hayal dünyamda uçacağım.

Üretim yapacağım bir nevi.

Tam elimi uzattım klavyeye dokunacağım "Pat!" elektrikler gitti.

"Haydaaa!"

Yahu nasıl olur?

Pazar sabahı elektrik problemi ha!

Hani sürekli olarak bizim ağa "Dış güçler" deyip duruyor ya.

Hah işte onlar kesin dedim.

Zira benim çalışmamı engelleyip, gelişmemizi, ileri gitmemizi istemiyorlar.

"Yahu ne alaka, senin elektriğinle dış güçlerin?"

 Demeyin.

Bizim elektriklerin sahibi "İngiliz…"

Evet yanlış duymadınız.

İn-gi-liz…

Memleketimizde özelleştirme sonucu dağıtım şirketini alan Türk şirketi, sahip olduğu bu varlığını İngilizlere satınca neden olmasın ki?

1915 yılında "Çanakkale Geçilmez" lafını söylettirdiğimiz İngilizler, elektriğimizi alarak Çanakkale'yi geçti işte.

Tabi sadece elektrik mi?

Üüüü!

Daha neler, neler?

Zaten ön görüsü kuvvetli, büyük insan Binali Yıldırım, bakanlığı sırasında "Çanakkale geçildi" demişti.

Helal olsun adama.

Nasıl da bilmiş te o zamanlardan.

İşte Çanakkale'yi geçit yapan İngilizler benim elektriğimi Pazar günü kesmişti.

"Trafo patlamış" diye bir mazeret duydum.

Biz ne trafolar gördük, zamanlaması müstesna olan!

Ah! Ah!

Sonuçta sabah kesilen elektrik, akşam saatlerinde geldi.

Benim de zevkim kaçmıştı zaten.

İngilizler beni engelleyip, emellerine ulaşmıştı…

KAÇ KİLO?

Beyaz TV'de Belma Belen'in televizyon programı vardı.

Havran'a gidilmiş.

Tabi oraya gidilince Seyit Onbaşı'ya uğranılmadan gelinmezdi.

Anıtının önünde anlatıyor;

"İşte bu 276 kiloluk topu kaldırarak, İngiliz gemisini batırdı…"

Kendisini zaman zaman izlerim pazar günleri. Çeşitli yörelerde gezip, kültürlerini ve turizmlerinin tanıtılmasında yardımcı oluyor.

Ama birazcık detay çalışmasında problem vardı.

Seyit Onbaşı'dan bahsederken oldukça çabuk bir tanıtım yaptı.

Hele topun ağırlığı konusunda 276 kiloydu gibi bir kelime sarf etti.

Halbuki o topun ağırlığı 215 kiloydu.

Zaten iki ağırlık arasında bir fark yok aslında, Zira ikinin de kaldırılacak bir kolaylığı yoktu.

Belki de kendisine verilen bilgi böyledi bilemem, ancak madem bir program sunuluyor o halde izleyenlere de doğru bilgi vermek lazım…

KOMŞU AÇ HOCAM!

Haber şu;

"2025 yılında en düşük İmam maaşı kaç para olacak?"

Uzun bir hesaplamadan sonra 2025 yılında alacakları maaş hesaplanmış.

Buna göre 46 bin lira alacaklarmış.

Güzel, Allah daha çok versin.

Kimsenin maaşında gözümüz yok, ama neden bizim de olmasın?

Hutbede İmam konuşuyor:

"İslam'da fakirlik, kişinin Allah'a karşı olan aczini ve kullar arasında muhtaç hale düşmeyi ifade eder. Bu bağlamda, İslam, insanın maddi ihtiyaçlarını gidermesi için Allah'a güvenmesini ve çalışarak rızık kazanmasını öğretir. Fakirlik, sadece maddi bir durum değil, aynı zamanda ruhsal bir derinlik de taşır; bu yüzden Allah'a yönelmek ve ona sığınmak önemlidir. Zekât gibi uygulamalar, toplum içindeki fakirliğin azaltılmasına yönelik yaklaşımlardır."

Yani hoca bize diyor ki: Fakirlik için Allah'a sığının.

Tamam hocam sıkıntı yok.

Ama sen 46 bin lira maaş alan olarak bunu söyleyince pek inandırıcı gelmiyor.

Seni dinleyen 12 bin 500 lira maaş alan emekli ne yapacak sence?

Dinimizde "Komşusu açken tok yatan" kısmı var ya.

Hah işte tam orasından bahsediyorum.

KANSERİN ÇARESİ

Ne insanlar var yahu?

İnsan hayatını hiçe sayanlar…

Bakın ne yapmışlar?

"Biyopsiyle kanseri yayıp, sonra da insanları kişi başı 150.000 dolara kemoterapiye sokmuşlar…"

Halbuki diyor uzmanı:

"Sadece şekersiz ve yüksek keton diyeti uygulamak ve basit parazit tedavisi yapsalardı olurdu…"

Dr. Thomas Seyfried’e göre, "Ketozis" kanseri yenmenin anahtarıdır.

"Bizler, varoluşumuzun büyük çoğunluğunu Beslenme Ketozisi içinde geçirecek şekilde evrimleştik." diyen Dr. Seyfried;

"Kanser; Glikoz ve Glutamin'e bağlıdır. Bu yakıtlar ortadan kalktığında kanser gider."

"Vücudu kanser tarafından kullanılan yakıtlardan uzaklaştırıp, ketonlara ve yağ asitlerine yönlendirin."

"Zaman içinde tümör hücreleri yavaşça ölmeye başlıyorlar, kan damarları kayboluyor ve vücut gelip onları eritiyor."

"Atalarımız her zaman beslenme ketozisi durumundaydı, çünkü tüketebilecekleri çok az karbonhidrat vardı."

"Oruç ve düşük karbonhidratlı diyet, kanseri aç bırakacak ketonları üretecektir" diyor.

Dr. Thomas Seyfried şöyle diyor:

“Kanser genetik bir hastalık değildir. Metabolik bir hastalıktır."

"Metabolik Terapi ile bunu önleyebilir ve tedavi edebiliriz."

Ve ekliyor:

"Tıp tarihindeki en büyük trajedi; kanser nedeninin bilinmesine rağmen, tıbbi kuruluşların kanseri önlemek veya tedavi emek için yaşam tarzını değiştirmeyi önermemesidir."

NEYE GÖRE?

Haber şu:

"Area Araştırma’nın 26 ilde ve 87 ilçede toplam 2 bin 24 kişiyle gerçekleştirdiği anketin sonuçları açıklandı. CHP'nin oy oranı, geçen ayın anketine göre geriledi. AKP'nin oyları ise yüzde 30'a yükseldi ve ilk sırada yer aldı."

Bu anket şirketleri gerçekleri söylüyor mu?

Ya da ankete cevap verenler yalan mı söylüyor?

22 senedir memleketi yöneten AKP iktidarı ülkeyi perişan etmiş halde sürdürüyor.

Bugün seçim olsa tek bir oyun bile çıkacağı şüpheli durum ortadayken bu haber neye göre doğru.

Hele şu ekonomik olumsuzluklar vatandaşın belini bükerken "Oyları yükseldi" diyerek bir de yüzde 30 şeklinde oy oranı belirtilmesi inanılır gibi değil.

Belki algı operasyonu olabilir.

Zira seçimde bu oranda veya üzerinde oy aldığında "Biz demiştik" mi diyecekler?

Hangi şarta, hangi olaya ve hangi duruma göre bu oylar artmış vallahi çok merak ettim doğrusu?

Ekonomik batış mı?

Yoksa İmralı'ya gidiş mi?

Hangisi?

CHP'nin oylarının düşüşü hakkındaki sonuçta ise aynı düşüncedeyim.

Zira onca kararsız oy varken, CHP'nin hala havanda su dövmesi vatandaşa pek umut vermiyor.

Büyük umutlarla ve "Değişim" merhalesi ile koltuğa oturtulan Özgür Özel'in halkın derdine derman olacağı hala şüpheli.

Öyle olmasa şu şartlarda CHP oylarının çoktan yüzde 60'lara vurması lazımdı.

Peki CHP ne yapmalı?

İşte bu anket ona da derman olmuş.

Habere yapılan ankette "Kimi Cumhurbaşkanı olarak görmek istersiniz?" diye de sormuş.

Cevaplar şöyle olmuş:

Mansur Yavaş; Erdoğan'la yarışa girerse yüzde 52.9 oy alıyor.Erdoğan ise 32.4 alıyor.

Ekrem İmamoğlu ile yarış olursa İmamoğlu yüzde 46.1, Erdoğan ise yüzde 38.2 oran alıyor.

Yani?

Çözüm belli…

"Peki kardeşim! CHP'nin oylarının düştüğüne inanıyorsun da, AKP'nin oylarının yükseldiğine neden inanmıyorsun?" şeklinde bir soru gelebilir aklınıza.

Bu vatandaşın şu aşamada;

CHP'ye oy vermeyeceğini düşünürüm de, AKP'ye oy vereceği aklımın köşesine bile gelmez.

Her gün televizyonlarda, yazılı basında, sosyal medyada "Ölüyoruz" çığlıkları atanların, hiçbir şey olmamış gibi hala gidip bu iktidara oy vermesini düşünmek için hayal gücünün tavan yapması lazım da ondan…

Hala AKP'ye oy vereceğini söyleyenlere şu soruyu sormak isterim;

"Neye göre?"

ÇOK GEÇ OLMADAN

Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra "Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz" dedi... Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki, yumuşak bir el omzuma dokundu... Döndüm...

Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu...

"Ben Rose" dedi, "Benim adım Rose, yakışıklı... 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?" Güldüm, "Tabii" dedim "Hadi sarıl bana... Öyle sımsıkı sarıldı ki... Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin" diye şaka yaptım…

Minik bir kahkaha ile yanıtladı:

"Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım..."

Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik.

Hemen arkadaş olmuştuk.

Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık...

Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum.

Sömestr boyunca Rose kampüsün ilahesi oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu.

İyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu.

Rose hayatını yaşıyordu.

Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu...

Sömestr sonunda, Futbol Balosuna davet ettik Rose'u...

Konuşma yapması için...

Orada bize verdiği dersi unutmama imkân yok...

Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı.

Elinde bu deste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü.

Konuşma darmadağın olmuştu.

Şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi...

"Ne kadar beceriksizim, değil mi? Özür dilerim... Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz... Şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil... Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?"

Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı:

"Yaşlandığımız için eğlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz... Eğlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın, mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır... Her gün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak... Bir rüyanız olmalı mutlak... Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok... Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır... Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz... Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak bir şeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir. Asla pişman olmayın... Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü... Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır... Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır..."

Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi...

Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü.

Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.

"Yapabileceğimiz her şeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu...

Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı:

"Çok geç diye bir zaman yoktur"