Kış geldi geçecek, ağız tadıyla bir kestane yiyemedik.
Aranızda yiyen var mı?
Bir keresinde 100 liraya almıştık ama yarısı boş, yarısı çürük çıktı.
İyi bir kestane 250-300 arasında satılıyor pazarda.
Ama güvenip alamıyoruz 100 gram da olsa.
Çünkü tazeliği ile ilgili herhangi bir garantisi yok.
Bir de üçkağıtçılık var.
“Yahu kestanede de üçkağıt mı olur?” demeyin.
Olmuş işte.
Bakın haber de şu;
“Bandırma’da bir satıcı, kestane parlak görünsün diye üstüne saç spreyi sıktı. Satıcının oyununu vatandaşlar fark etti. Şikâyetin ardından gelen zabıta ekipleri tezgahın arkasında saç spreyini yakaladı. Müdahale edilen satıcının tezgâhı kaldırıldı ve ceza kesildi.”
Buyurun işte.
Bizim aklımız hep böyle şeylere çalışıyor.
Milleti nasıl soyarız?
Nasıl kazıklarız?
Malı nasıl kakalarız?
Kestanenin üzerine sprey sıkılacağı imanıma aklıma gelmezdi.
Herif yapmış işte.
Biz de “Aaa! Kestane ne kadar parlak, taptazeymiş…” diyerek alacağız.
Eve gelince “Fosss…”
Nasıl güveneceğiz ki?
Bunu duyan uzman da hemen saç spreyi ile ilgili açıklamasını yapmış:
“Yediğimiz zaman mide-bağırsak sistemimize geçebilir. Bununla da karaciğere yük oluşturabilir. Alerjik reaksiyonlara neden olabilir.”
Sonuçta kestaneci sağ gösterip, sol vurmuş.
Aynı bizim iktidar gibi.
“Emekliyi ezdirmeyeceğiz!” demediler mi?
Dediler.
“Bu yıl emekli yılı demediler mi?”
Dediler.
Hani biraz yüklensek “Yemin” bile edeceklerdi neredeyse.
Ama hakkını verelim çünkü dedikleri oldu.
Emekli ezilmedi.
Nasıl yani?
Çünkü ortada emekli diye bir şey kalmadı veya kalmayacak.
Bu maaşlarla fazla yaşamazlar zaten.
Böyle olunca da ezilmemiş olacaklar.
En düşük emekli maaşı;
14 bin lira?
Birden, bir ses duydum iktidar cenahından; “469 lirası da var, unutma!” diye.
Haklısınız onu unutmuşum.
İktidarımızın;
Çarşı, pazar muhabbeti olmadığından,
Bakkala, markete pek çıkmadıklarından,
14 bin lirayı çok matah bir şey zannediyorlar.
Bunun içinde ev kirasının olduğunu ve bu kiraların 20 bin liradan başladığını da bilmediklerinden,
Aylık hesaplamada belki de enflasyon hesapçısı meşhur istatistik kurumuna uyduklarından,
14 bin lira fazla bile gelmiş olabilir.
İçinde Allah korkusu yaşayan,
Dilinden Peygamberi düşürmeyen,
Sabah, akşam namaz kılan,
Orucunu ağzından eksik etmemiş,
“Komşusu açken tok yatanın bizden olmadığı” konusunda ilim irfan ile beslenmiş ve bu yolda iman sahibi olmuş,
Halktan aldığı vergileri, halka eşit şekilde dağıtmakla mükellef,
Devlet malını kendi malı gibi korumakla görevli muhafazakâr yapılı iktidarın,
Emekli maaşlarını dağıtırken sahip olduğu değerleri unutması, terk etmesi kabul edilebilir gibi değil.
Cengizhan gibi liderler orta çağda bile;
Savaş ganimetlerini askerlerine ve o yolda hayatını kaybetmiş asker ailelerine dağıtırken, kendi ellerimizle ödediğimiz primlerden, verdiğimiz vergilerden üzerimize düşeni alamıyoruz.
Peki çaresi var mı?
Elbette.
“Bu işi beceremedik” deyip, “istifa etmek ve bir an önce erken seçime gitmek…”
Neden?
Çünkü;
“Kul hakkı devreye girer de ondan…”
TEBLİĞ
Tebliğciler çıktı şimdi de.
Bizim Müslümanlıktan ayrılmamamızı, yılbaşı gibi kâfir adetlerine uymamamızı istiyorlar.
Sakallı, cübbeli, sarıklı kişiler.
Şöyle diyorlar:
“Müslümanlar olarak ölebilmemiz için Müslümanca yaşamamız lazım. Müslümanca yaşayalım, Müslüman gibi ölelim. Müslüman olarak ölmek için de Müslümanca yaşamaya gayret gösterelim. Bizim diyeceğimiz bu kadar.”
“İnşallah bu gece (yılbaşı gecesi), iğne tepesi kadar bir değişiklik yapmayalım. Bu gece ve gününde bir kimse bir yumurta hediye etse, bugüne hürmeten, yılbaşına hürmeten Allah muhafaza küfre düşmesinden, yani kâfir olmasından korkulur. Dolayısıyla kardeşlerim bunlar kâfir adetleridir. Kesinlikle uymayalım…”
Mesela demiyor ki:
“Çalmayın,
Çırpmayın,
Öldürmeyin,
Zina etmeyin,
Mesul olduklarınıza eziyet etmeyin,
Giysilerinizde, arabalarınızda, takılarınızda abartmayın hava atmayın,
Devlet malını kullanırken, ihaleleri verirken dikkatli olun,
Haram yemeyin, rüşvet almayın” demiyorlar.
Varsa yoksa yılbaşı.
Bu kadar basit Müslüman olmak.
Yılbaşını kutlamadın mı?
Hoop tamam.
Sayın tebliğciler!
Öncelikle bu tebliğ hakkını nereden aldınız?
Size bu yetkiyi kim verdi?
İkincisi ise;
Bu tebliği yanlış yerlerde dağıtıyorsunuz gibi.
Mesela çıkın gidin Kazdağlarına ve ormanları talan edenlere dağıtın,
Haksız ihale alan şirketlerin önünde dağıtın.
Mesela muhalefet yaparak milletin oyunu alıp, iktidarın yanına geçen siyasetçilere dağıtın.
Halkı kandıranlara,
Peşkeş çekenlere,
Hak yiyenlere,
Adaleti tanımayanlara dağıtın.
Müslüman olmasalar bile belki “İnsan” olurlar, ne dersiniz?
NEDEN ÇALDIN?
Haber şu:
“Tarım Kredi Marketçilik AŞ’de muhasebecilik yapan bir yöneticinin, hayali şirketlerle alım satım yaparak 5 milyon 644 bin liralık vurgun yaptığı ortaya çıkmış.”
Adam malı götürmüş.
Hayatında o kadar paraya sahip olmadığından yemesini, harcamasını da becerememiş.
Bizim milletin huyudur.
Plan, program olmaz.
“Yap gitsin” mantığı kafamızdadır, değişmez.
Gariban adama ikramiye çıksa parayı çar-çur eder, mundar eder.
Ama bir holding patronuna çıksa, o en iyi şekilde değerlendirir.
İşte bu muhasebeci de ne yapmış?
Hemen gidip “Ev almış”, geri kalan parayla “Kumar” oynamış.
Adamın vizyonuna bakar mısınız?
Milletin parasını yemekten dolayı bu adama ceza verilecek tabi.
Ama ben hâkim olsam, “Çaldığı parayı kaliteli şekilde yiyemediğinden dolayı” da ayrıca ceza keserim.
“Madem yiyemeyecektin, neden çaldın?”
“Madem çaldın, neden doğru dürüst yemedin?”
DOMUZ ETİ!
Şu mantık vardır bende.
Dinimize göre domuz eti yemek haramdır.
İnanan için doğrudur bu, zira Allah kelamıdır.
İnanmayan için zaten bu yazıyı okumasına gerek yok, kendisi her türlü eti yiyebilir.
Sorun yoktur.
Dünyada haram edilen ve beni zerre kadar ilgilendirmeyen bir et için neden riske gireyim.
Ve özellikle yemek için arayayım.
Veya yedikten sonra tavsiye edeyim.
Yemem olur biter.
Şart değil ya.
Yiyene hayırlı olsun, beni ilgilendirmez.
“Zira her koyun kendi bacağından asılır” inancı ortadadır.
Aynı şey içki için de geçerlidir.
“Peki neden domuz eti yenmez?” diye ısrarla cevap aranırsa umurumda bile olmaz ancak bazı açıklamalar da var.
Çiğ ya da az pişmiş yenmesi hususunda bazı sakıncaları olduğu aşikârdır, ispatlıdır.
Şöyle deniyor;
“Çiğ ya da az pişmiş domuz eti tüketimi”, özellikle Trichinella spiralis yuvarlak solucanının neden olduğu trişinoz ve domuz tenyası Taenia solium’un larva aşamasından kaynaklanan kistikerkus enfeksiyonu gibi paraziter hastalıklara yol açabilir.
Bir dolu ismini bilmediğimiz tenya ve solucan isimleri ile larvaları...
Devam ediyor anlatım:
“Bu larvalar, tüm vücutta dolaşarak beynin, kasların, gözlerin ve cildin dahil olduğu çeşitli organ ve dokuları etkileyebilirmiş.”
Dedim ya, “Zengin değilsen önüne gelen parayı yemesini bilemezsin, aynı şekilde domuz etine alışkın değilsen başın belada” haberin olsun…
KARAVANLAR
Karavanlar her insanın dikkatini çekmiş, hep cazip gelmiştir.
Kaplumbağa gibi evini atacaksın arabanın üzerine, hanımını ve çocukları alacaksın yanına, yeni ufuklara doğru yelken açacaksın.
“O şehir senin, bu kasaba benim” şeklinde seyahatin dibine vuracaksın.
Hayali güzel de uygulamaya gelince biraz frene basıyorsun.
Çünkü bu iş için azıcık para, hayal ve cesaret istiyor.
Cesareti ve hayali buluruz da “Para” işin içine girince olmuyor.
Reis vermiyor ki yapalım.
Ama ben sözü dolandırıp, getirip karavana bağlayacağım.
Zira sosyal medyadan bulduğum bu yazının hoşunuza gideceğini varsayıyorum.
19. yüzyılın sonlarında karavanlar seyahatten fazlasını simgeliyormuş aslında.
Keşif ve dayanıklılıkla iç içe geçmiş bir yaşam tarzını temsil ediyorlarmış.
Genellikle Roman topluluklarıyla ilişkilendirilen karavanlar, şehrin kısıtlamalarından kurtulmak isteyen gezgin sanatçılar, tüccarlar ve maceracılar tarafından da geniş çapta benimsenmiş.
Bu tekerlekli evler, endüstriyel genişlemenin hâkim olduğu bir dönemde bağımsızlık ruhunu temsil etmiş.
1800'lü yıllarda Victoria döneminin keşif ve eğlenceye olan hayranlığı, özellikle zenginler arasında karavancılıkta artan bir eğilimi ateşlemiş.
Bu dönemin karavanları, pratikliği zarafetle harmanlayan karmaşık ahşap işleri ve süslü iç mekânlarla cömertçe dekore edilmiş.
Bu karavanlar gezginlere; sanayileşmenin şekillendirdiği kalabalık, kirli şehirlerden uzaktaki kırsal manzaraları keşfetmelerine olanak tanıyan, mobil bir dinlenme olanağı sunmuşlar.
Uzun zamandır karavancılıkla ilişkilendirilen Roman halkının, karavanların tasarımı ve kültürel önemi üzerinde derin bir etkisi olmuş.
“Vardos” olarak bilinen bu canlı savaş arabaları, göçebe geleneklerinin ikonik sembolleri haline gelmiş.
Parlak renklerle boyanmış ve bitkisel motiflerle süslenmiş bu tablolar sanat, doğa ve özgürlükle olan derin bağı yansıtıyormuş.
Yaygın ayrımcılığa rağmen Roman toplulukları, hikâyeleri, müziği ve zanaatkârlığı nesillere aktararak güçlü bir kültürel kimliğe sahip oldukları tarihler boyunca biliniyor.
Kervanlar aynı zamanda ticaret ve ticarette de önemli bir rol oynadı. Tüccarlar uzun mesafeler kat ederek uzak köylere mal ve haber getiriyorlardı.
Bazı durumlarda bu gezici vagonlar, genellikle gözleri iri iri açılmış çocuklar ve meraklı yetişkinler için sihir gösterileri ve hikaye anlatma seansları gibi eğlenceler sunan mobil tiyatrolar olarak hizmet veriyordu.
Victoria dönemi 20. yüzyıla doğru ilerledikçe, geleneksel atlı karavanların yerini otomobiller almaya başladı.
Yine de bu hareketli evlerin nostaljik cazibesi sürüyor ve hem sanatta hem de tasarımda modern yorumlara ilham veriyor.
Dayanıklılık ve yolculuk tutkusuna dayanan bu karavan mirası, zamansız bir macera duygusu uyandırmaya devam ediyor.