Kahve müdavimlerinden emekli hakim Kamil amcanın vefat haberiyle uyandım güne.

Mahalle arkadaşım Süleyman sabah sabah aramasaydı haberim bile olmayacaktı neredeyse.

Hoş sala veriliyor elbet ancak caminin hoparlöründen gelen sesi anlamak için “Enigma” şifrelerinin çözücüsüne sahip olmak lazım.

Kaç kere söylememize rağmen, hele şu teknoloji çağında hala müezzinin ne dediği anlaşılmıyorsa “Pes” doğrusu.

Zaten Müezzin de bir âlem.

Mübarek sanki arkasından koşturan var.

Yahu mübarek şunu tane tane söyle.

Yavaş, yavaş…

Acelen ne?

Ama salayı çok güzel okudu maşallah.

Öyle güzeldi ki, hani insanın ölesi geliyor adeta.

Bazen müezzin olmuyor galiba cemaatten birine okutuyorlar.

Aman kardeşim ne kadar kötü bir ses.

Yahu müezzinin sesi güzel olacak, ön şart bu zaten.

Makam bilecek, huşu içinde okuyacak.

İnsanı namaza teşvik edecek.

Neyse Kamil amcanın cenazeye gittim.

Oldukça kalabalıktı.

Tüm akrabaları gelmiş, mahalle halkı da orada zaten.

Kızı oğlu vardı cenazenin başında, gelenleri karşılayıp taziyeleri kabul ediyorlardı.

Birden ortalık bir hareketlendi.

İki tane kulaklıklı, güneş gözlüklü iriyarı adam insanları yara yara yol açıyordu arkadan gelene.

Birbirimize sorduk; “Kim bu?” diye.

Gelen kişi Kamil amcanın cenazesinin başındaki oğluna ve kızına başsağlığı diledi.

Onlarla uzun uzun konuşurken bir çelenk geldi.

Kocaman.

Üzerinde 4. Ceza Dairesi Başkanı Ahmet Kepenek yazıyordu.

Öğrendiğimize göre sınıf arkadaşıymış Kamil amcanın.

İkindi namazından çıkan cemaatte saflara katılınca imam da geldi.

Cenaze namazını kıldık ve doğru mezarlığa gittik.

Uzun zamandan beri mezarlığa gitmemiştim.

Aman ya Rabbim, ne çabuk dolmuş öyle.

Yer yok desem yeridir.

Hâlbuki bu yeni mezarlık ilk açıldığında Rabia teyzeyi defnetmeye gelmiştik.

O zamanlar bomboştu.

Yanımdaki İsmail’e, “Biz öldüğümüzde şuralara filan gömülürüz” diyerek ortada bir yer göstermiştim.

Ama nerdeeee!

Duyan ölmüş neredeyse.

Mezarlık dolmuş, hatta taşmış.

Yeni bir mezarlık şart olmuş adeta.

Kamil amcayı defnetme kısmı bitti ancak, okuma kısmı bitmiyor.

En az 10 kişi vardı okuma yapan.

Biri bitiriyor, diğeri başlıyor, bir diğeri başlıyor, öteki başlıyor.

Oku babam oku.

En sonunda bitmeyeceğini anlayan imam efendi, araya girerek bu maratonu kesti.

Zarflar dağıtıldı.

Cemaat son okunan Fatiha’ya “Amin” diyerek, bol nohutlu pilavın başına çöktü.

Biz de son olarak başsağlığı diledikten sonra ayrıldık mezarlıktan.

Kamil amca güzel insandı, adaletliymiş anlatılanlara göre.

Kibardı, insancıldı, yardımseverdi, bilgiliydi, tertemizdi, yol gösterendi…

Şimdi hayatı bitti.

Diğer tarafta zamanı gelince hesabını verecek.

Ben hakkımı helal ettim Kamil amcama.

Allah bizim de arkamızdan hakkını helal eden komşular, arkadaşlar nasip eylesin.

Amin.

AK KAŞIK

22 Ağustos 1926'da Tarsus'ta doğmuş.

1946 yılında Eskişehir Ticaret Lisesini bitirmiş.

Türkiye İş Bankasına bankacı olarak girerek Adana, Ankara ve İstanbul'da çalışmış.

Hizmette otuz yılını doldurunca 1977'de emekliliğe ayrılmış.

1940'ta Şiir hayatına başlamış.

33 şiir, 4 düzyazı kitabı, 13 antoloji ve biyografik eser olmak üzere toplam 50 kitap çıkarmış.

“Kim bu?” derseniz;

Ümit Yaşar Oğuzcan.

Kendisi hayatını anlatıyor:

“İlk çocukluk yıllarımdan bu yana çeşitli kazalar, hastalıklar, ameliyatlar geçirdim.

Üç yaşımda ayağım kırıldı, dört yaşımda mangala oturdum, beş yaşımda 20 basamak merdivenden düştüm, yedi yaşımda başıma sandık kapağı düştü.

Bu arada fazla ateşli olarak geçirdiğim kızamık sonucu kekeme kaldım (o günden beri ateşliyimdir).

14 yaşımda apandisit, 19 yaşımda böbrek (tek böbrekliyim), 30 yaşımda bademcik ameliyatları geçirdim.

22 yaşımda evlendim.

Düşme, boğulma, otomobil kazası nevinden geçirdiğim ufak tefek tehlikelerden sonra 3 kere de canımdan bezdim ve intihara teşebbüs ettim…”

1984 yılında kalp krizinden vefat etmiş.

Bu yergiyi de kendisi yazmış.

Günlerden bir gün

Hamama gideceği tuttu,

Sadrazam hazretlerinin…

Bir yanında birinci veziri,

Bir yanında ikinci veziri,

Bir yanında üçüncü veziri.

Sonra efendime söyleyeyim

Peşkircibaşı,

Nalıncıbaşı

Sabuncubaşı

Velhasıl tam dört yüz kişilik kafile.

Peştamal takıp girdiler hamama,

Geçtiler kurnaların başına,

Üçer beşer.

Sadrazam deseniz

Yan gelip yattı,

Memleketin en ünlü tellakları

Sardılar dört yanını

Kimi elini kaptı, kimi bacağını

Bir keseleme sürtme faslı başladı.

Tam on iki saat

On iki ünlü tellak

İncitmeden keselediler

Hazretin mübarek vücudunu.

Öylesine kir çıktı ki sormayın

Her biri nah parmağım gibi

“Aman efendim bu ne kiri?”

Demeye kalmadı,

Keselerin altında eriyip gitti

Koskoca sadrazam…

Bütün maiyet erkânı yerinden fırladı:

-“Nettünuz lan devletliyü..?”

Dediler tellaklara.

Tellaklar cevap verdi:

-“Biz yıkadık, keseledik.

Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik.

Suç bizde değil..!

Neyleyelim,

Kir bitti,

Sadrazam elden gitti..!”

(Ümit Yaşar Oğuzcan)

Ne sadrazamlar varmış,

Zamanında meğer.

Başları arş-ü alaya değer.

Şu devirde erkân ile hamama gidilse,

Mümkünatı yok olmaz bu şekilde.

Bizimkiler külliyen Yaradan’a âşık,

Yıkansalar çıkmaz bir gram kir,

Sülaleleri sütten çıkmış ak kaşık,

Çünkü hepsi Cennetlik pak-ü pir…

JAMBOT AMCA

100'e merdiven dayamış Kafkasyalı Maze guaşa ile Jambot amca tesadüf yakın günlerde ölmüş ve Cennete gitmişler.

Kapıda bir melek karşılamış onları.

Harika bir villa termal havuzlar vardı.

Jambot amca, “Bu bize kaça mal olacak?” diye sordu merakla.

Melek, “Burası Cennet, ev hem bedava hem de sizin” dedi

Oradan Lüks bir binaya gittiler.

Sofrada kuş sütü dahil her şey var.

Çerkes yemeklerinden Ged şips,(çerkes tavuğu) Lekum halıva, Mamırsa psı, Halıva, Haluğane, Haluj, Kurıza, her şey olan açık büfe...

En güzel içecekler...

Jambot amca yine dayanamadı “Yiyip içeceğiz de kaç para peki?”

“Dedim ya” dedi melek “Burası cennet

Her şey sizin bedava..."

“Pekii kolestrol durumum ne olacak?” diye sordu bu defa Jambot amca...

İşte burası işin en iyi kısmı.

“Burada her istediğinizi yer, ne şişmanlar ne de size dokunur!...”

 Bir anda Jambot amca çıldırır...

Başındaki kalpağını masaya vurmaya başlar.

Melek onu sakinleştirmeye çalışırken, O ise hanımı Maze teyzeye, bağırır:

“Eğer senin o sağlıklı diye yedirdiğin brokoli, karnabahar, avokadolu, ıspanaklı illet tadı olan sağlıklı yemeklerin olmasa, buraya yıllar önce gelebilirdik…”

HABİB BABA VE SULTAN MURAD HAN

Habib Baba, 4. Murad devrinin gizli, kimsenin bilmediği Allah dostlarındandır.

Yaşlıdır, fakirdir, gariptir.

Fakat Rabbinin katında da âlemlere denk bir değerin sahibidir.

Yaşlı Habib Baba, uzun bir kervan yolculuğunun sonunda Erzurum’dan İstanbul’a gelmiştir.

Yolculuğunun tozunu, yorgunluğunu atmak için bir hamama gider…

Niyeti, şöyle iyice bir keselenip, paklanmak…

Bedenini de ruhuna denk kılmaktır.

Fakat hamamcı Habib babayı içeri sokmak istemez ve: “Bugün Sultan Murad’ın vezirleri hamamı kapattılar, dışarıdan müşteri alamıyoruz” der.

Habib baba üzülür…

Rica, minnet eder, yalvarır…

-“Ne olursun, kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum” der.

Bin bir dil döker.

Hamamcı ehl-i insaftır…

Dayanamaz…

Kabul eder…

Hamamın en sonundaki odayı göstererek…

-“Baba, şu odada hızla yıkanıp çık, parada istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar” der.

Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer.

Yıkanmaya başlar…

Bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir.

Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen.

Onunda görünümü fakirdir…

Ama sadece görünümü…

İkinci müşteri kılık değiştirmiş, 4. Murad’dır aslında.

O gün vezirlerinin topluca hamam âlemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir.

“Hele bir bakalım” demiştir, “bizim vezirler, hamamda benden uzakta, kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?”

Bu merak padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir.

Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır…

Hamamcı tanımadığı padişahı, “Vezirler gelecek” diye içeri almak istemez…

Padişah ise, “Ne olursun!” der, bastırır ve padişah galip gelir…

Habib babanın yıkanmakta olduğu odayı gösteren hamamcı, genç padişahın kulağına fısıldar:

-“Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sende sar peştamalı beline gir yanına… Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın, aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler” der.

Padişah 4. Murad, Habib babanın yanına süzülür.

Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar.

Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır…

Habib babanın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır.

Biraz kirlenmiş gibi gelir ona…

Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmemiştir…

Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib baba, yumuşak bir sesle konuşur:

-“Evladım, sırtın fazlaca kirlenmiş, müsaade edersen bir keseleyivereyim” der.

Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve büyük bir haz duyar…

Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir.

Memnuniyetle Habib babanın önünde diz çökerken:

-“Buyur baba ellerin dert görmesin” der.

Bu arada içerideki alemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir.

Habib baba, 4. Murad’ın sırtını bir güzel keseler…

Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez..

Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir.

-“Baba gel ben de senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım” der.

Habib baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle;

“Olur evlat” deyip, sultanın önünde diz çöker.

Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib babayı yoklar, ağzını arar…

-“Baba görüyor musun şu dünyayı… Sultan Murad’a vezir olmak varmış… Bak adamlar içerde tef, dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi…” der demez Habib baba Sultan Murad’ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler…

Habib baba, “Ah Be evladım” der ve devam eder:

“Sultan Murad dediğin kimdir?

Sen asıl âlemlerin Sultanına kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad’a keselettirir…”

Sultan Murad’ın Habib babadan duydukları, ağzı açık kalmış, keseyi elden düşürmüştür.