Sosyal medyadan bir yazı aktaracağım size.

Ben okurken gözlerim yaşardı.

Şöyle başlanmış yazıya;

“Bugün Türkiye’de kime sorarsanız sorun Türk Sanat Müziği’nde gelmiş geçmiş 1 numara kim diye, yüzde 90’ı Zeki Müren der. Zeki Müren güzel sanatların çoğunda maharetliydi, yardımseverdi.”

Sonra devam ediyor yazı:

Ankara Körler Okulu öğrencilerinin Zeki Müren’e hayran olduklarını biliyordum, onlara Köşk Gazinosu’ndaki programı için Ankara’ya bir gelişinde, sürpriz yapmak istedim.

Zeki Müren’den istekte bulundum:

“Ankara’da bulunacağınız bu bir ay içinde, bir iki saatinizi Ankara Körler Okulu öğrencileri için ayırır mısınız?”

Zeki Müren daveti kabul etti.

Görme engelli çocukların kendisini görmek istemeleri karşısında çok duygulandığını söyledi.

Öğrencilerin kendisini “Yakından da tanımak” isteklerini duyunca nasıl sarsıldığı, 1967 yılının o günkü canlılığıyla, şu anda da gözlerimin önündedir.

Kararını o an verdi:

“Haydi üç gün sonra yapalım bu işi.”

Şahap Akıllıoğlu, 1967 yılında Ankara Körler Okulu’nun yalnızca müdürü değil, okulun 300 öğrencisinin babasıydı da... Zeki Müren çapında bir büyük sanatçının, görmeyen çocuklarının davetine karşılık vereceğini duyunca bu “Ağır misafiri”, ağırlığına yakışır bir ağırlıkla ağırlamaya karar verdi.

Öğrenciler, Zeki Müren’in geleceği cumartesi günü okulun konser salonundaki yerlerini almışlardı.

Okulun büyük konuğunu, Müdür Şahap Akıllıoğlu, bahçe kapısında karşıladı.

Zeki Müren, bir süre dinlenmesi için müdür odasına alındı.

Odanın girişinde ikisi kız, beş öğrenci bekliyordu.

Akıllıoğlu onları konuğuna tanıttı:

“Bu öğrencilerimizin görevi sizi arkadaşları adına görmektir.”

Zeki Müren elini çocukların başlarına götürdü, “Nasılsınız çocuklar?” dedi. Çocuklar bir istekte bulundular:

“Bizle konuşurken sesinizden, çok uzun boylu olduğunuzu anladık. Lütfen biraz çömelir misiniz? Çünkü sizi ancak öyle görebiliriz.”

Zeki Müren olduğu yerde çömeliverdi.

Çocuklardan biri, parmaklarının uçlarını Zeki Müren’in yanaklarında dolaştırmaya başladı.

Önce elmacık kemiklerini, göz çukurlarını yokladı, sonra da parmak uçlarını alnının, burnunun üstünde, çenesinin çevresinde dolaştırdı.

Sıra saçlarına geldiğinde ise parmak uçlarını, konuğunun özenle taranmış saçlarında gezdirdi, tek telini bile bozmadan...

Sonra da “Sizi gördüm” dedi Zeki Müren’e, “Sesiniz gibi yüzünüz de çok güzelmiş.”

Beş çocuğun beşi de parmaklarının uçlarıyla Zeki Müren’i gördükten sonra konser salonunda, arkadaşlarının arasındaki yerlerini aldılar.

Yaşamında ilk kez karşılaştığı böylesi bir olay, Zeki Müren’i tarifsiz kederlere boğmuştu.

Ankara Körler Okulu’nun “Türk Sanat Müziği Saz Heyeti”  kendi de bir görme engelli olan müzik öğretmeninin dışında, okulun öğrencilerinden oluşuyordu.

Zeki Müren klasiklerinden birini, “Manolya”yı çalmaya başladılar.

Aynı anda salondaki tüm öğrenciler de ayağa kalktılar...

Oluşturdukları üç yüz kişilik korolarıyla “Manolya”yı söylemeye başladılar.

Zeki Müren, bu sevgi çağlayanının içinden geçerek çıktı sahneye.

Soru sormak için ayağa kalkan her çocuğu dinlerken birkaç kez yutkunuyordu.

Soru sorma sırası, sapsarı saçlarının örgüleri omuzlarından önüne sarkan, masmavi gözlerinin görmediklerine inanmak istemeyeceğiniz, sekiz ya da dokuz yaşlarında bir kız çocuğa gelmişti. Çocuk bir istekte bulundu Zeki Müren’den: “Radyodaki programlarınızdan birinde ‘Sevmiyorum Seni Artık Gözlerimi Geri Ver’ şarkısını söylerken bizi düşünür müsünüz? Biz de radyoda sizin o şarkıyı söylediğinizi duyunca, ‘Zeki Müren şimdi bizi düşünüyor’ diyerek sizi düşünürüz.”

Çocuğun söyledikleri burada bitmişti ama aynı noktada Zeki Müren’in de dayanma gücü bitmişti.

O dakikaya kadar kimi zaman yutkunarak, kimi zaman dudağını ısırarak tutabilmeye çalıştığı gözyaşlarını daha fazla tutamadı.

Zeki Müren’in yüreğinde iki saatten bu yana biriken gözyaşlarının tümü birden, kapakları kaldırılmış baraj duvarlarından fışkıran sular örneği gözlerinden boşaldılar.

Kendini biraz toparlayabildiğine inandığı an konuşmaya çalıştı ama…

Önce bir süre sustu, yere baktı, salonun tavanına baktı, sonra yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Konuşmasını ağlayarak sürdürdü: “Hepinize söz veriyorum yavrularım” dedi. “O şarkıyı bundan sonra söylediğim her zaman sizi düşüneceğim. Ben şimdi o şarkıyı burada sizin için söyleyeceğim. Siz de bundan sonra bu şarkıyı ne zaman duyarsanız, hep beni düşüneceksiniz, söz mü?”

Kocaman bir salon dolusu, gözyaşlarına bulanmış “Söz” geldi çocuklardan.

Zeki Müren şarkısına başladı:

“Sevmiyorum Seni Artık Gözlerimi Geri Ver...”

Salonun bir o noktasından, bir bu noktasından, bir o yanından, bir bu yanından çocukların hıçkırıkcıkları yükselip alçalıyor, sahnede Zeki Müren’in frenleyemediği hüngür hüngür boşalmaları ise şarkının bestesine, yeni sesler katıyordu.

NE ALA MEMLEKET!

Eskiden milli eğitim bakanlarından biri demişti; “Mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederim” diye.

Günümüze kadar gelmiş bu söz.

Baksanıza bizim iktidardakiler de aynı kafada;

“Muhalefet olmayınca memleketi ne güzel idare ediyorlar…”

Sesi fazla yükseldi;

“Demirtaş’ı at içeri”,

Karşımıza rakip olacak;

“İmamoğlu’nu doğra”,

Milliyetçi oylar kaçıyor;

“Özdağ’ı tutukla…”

Belediye başkanları da cabası…

Ne ala memleket!

Doğra, böl, parçala, yönet.

ÇAY-SİMİT

Ülkenin durumunu simit fiyatından anlayabilirsiniz.

Zira siyasiler geçinme bazında bir hesap yaparken hep çay-simit hesabı yaparlar.

Dün haberi gelmişti,

“Simit 15 lira oldu” diye.

Eh! Çoğu kahvehanelerde de “Çay 15 liraydı” zaten.

Böylece çay-simit fiyatları eşitlendi.

O halde sıra geldi aylık hesabı yapmaya.

Soru şu:

“4 kişilik bir aile 3 öğün Çay-Simit yerse ne kadar gideri olur?”

4 çarpı (aile nüfusu), 30 (çay+simit parası) eşittir: 120 lira.

Bir öğünde harcanacak para.

Günde 3 öğün olduğuna göre;

3 çarpı 120 lira, eşittir: 360 lira.

Günlük gider 360 lira.

30 (aydaki gün sayısı) çarpı 360 lira (günlük gider), eşittir; 10.800 lira.

Yani 4 kişilik bir aile 3 öğün (birer tane) çay-simit yerse 10.800 lira gideri var demektir.

2’şer tane yerse durum vahim.

Siyasiler hemen peşinden sorarlar;

“Hani kira bedeli?

Hani elektrik, doğalgaz, su, çocukların okul gideri, hani ulaşım gideri?

Hani kıyafet?

Hani bakkal, market bedeli?

Hani? Hani? Hani?”

Diyerek sıralarlar.

Sonuç?

23 senelik iktidar bizi yönetiyor.

O halde şu doğruyu tespit etmek lazım:

“Milletin derdi çay-simit değil” demek ki…

HİZMETİÇİ EĞİTİM

Devlet kadroları için gelişen olanaklar, teknoloji, yeni bilgileri güncellemek için hizmet içi eğitim yapılır.

Kurslar, seminerler, konferanslar vs.

Ben de zaman zaman bulduğum ilginçlikleri sizlere aktarmayı kendime görev edindim nedense.

Şöyle düşünüyorum;

Bana ilginç geliyorsa, okuyucularıma da gelebilir.

Zaten okumaktan zarar gelmez.

Dinimizin temeli de “Oku, oku, oku” değil mi?

Kanunun başlığı şu:

“Tatarlar kefiri nasıl icat ettiler...”

Tatar mutfağı göçebe yemek kültüründe; sadece etin bolluğuyla değil, süt ve süt ürünleriyle ve ekşi süt özelliğiyle de ayırt edile gelmiş.

Diğer taraftan Tatarların ve tüm Türklerin ortak içkisinin “Kımız” olduğu da herkes tarafından bilinmektedir.

Tatar tarihinde anlatılanlara göre Kefir; yanlışlıkla inek sütüne giren Kımızın ekşi mayasından yapılmış.

Bir zamanlar kefir bakterisi (faydalı mantar) elde etmek çok zordu.

Eskiden Tatarların bu kefir mayasını satmayıp kendilerine sakladıkları söylenirdi.

Kefir; Kazan Tatarları, Kırım Tatarları, Başkurt Tatarları ve Kavkaz Tatarları (Karaçay ve Malkar) arasında yaygın olarak yapılmış ve içilmiş.

Kırım Tatarları ve Karaçaylar, Kefiri “Kepir-Kapir” olarak ta isimlendirmiş.

19. Yüzyıl sonunda Kefir mayası Kırım'da yapılarak tüm ülke eczanelerinde satılmış.

Kefir mayası imalatı konusunda, Dr. Vladimir Nikolaevich Dimitriev (1842-1904) aktif olarak çalışmış ve imalatını yaygınlaştırmış.

Dr. Dimitriev, tüm hastalarına kefir kullanmalarını tavsiye etmiş.

Çağdaşı tıpçılar, Dr. Dimitriev'e “Uyuşturucuz Doktor” adını vermişler.

Dr. Dimitriev, Kırım'ın en güzel yerleşim yerlerinden, Yalta'nın Gurzuf kasabasında yaşamış.

19. Yüzyıl sonunda Kırım, tıbbi tedavinin merkezi olmuştur.

Kırım'da üretilen Kımız ve Kefir, şifalı su kaynakları ve maden çamurları tıbbi tedavinin en önemli uygulamaları olmuş.

İşte size Kefirin hikâyesi.

İçin şifa olsun…

UYANIK HOSTES

Günün sonunu da bir hoşlukla bitirelim, ne dersiniz?

Uçakta pilot aniden hostesleri çağırmış ve demiş ki:

“Uçak düşmek üzere. Tüm yolculara atlamalarını söyleyin. Şu anda deniz üstündeyiz ve denize çok yakın uçuyorum, atlarlarsa kurtulma şansları var, ama atlamazlarsa herkes ölecek!!!”

Tabii, böyle bir şeyi insanlara yaptırmak çok zor.

Hosteslerden en akıllısı düşünmüş taşınmış;

‘Herkese uygun bir dille anlatılırsa uçaktan atlamaları sağlanabilir’ diye karar vermiş.

Öncelikle Amerikalı kafilenin yanına gitmiş: 

‘Sayın yolcularımız; üstünde bulunduğumuz alan Japonlar’ın araştırma laboratuvarlarıyla kaplı. Eğer oraya ulaşırsanız tüm Japon teknolojisi sırlarını kaparsınız!’ 

Bütün Amerikalılar koşarak çıkışa gitmişler ve aşağıya atlamışlar;

Hostes daha sonra İngilizlere yönelmiş: ‘Sayın yolcularımız, şu an için dünyanın en geniş ve verimli sömürgeleri üstündeyiz; eğer hemen el koyarsanız sonsuza dek sizin olurlar!’

Bütün İngilizler hevesle aşağıya atlamışlar.

Sıra Fransızlara gelmiş.

Hostes: ‘Bayanlar baylar, affedersiniz rahatsız ediyorum; fakat rica etsem uçaktan atlar mısınız? Şimdiden teşekkürler.’ demiş.

Fransızlar: ‘Tabii, mersi!’ deyip sırayla uçaktan aşağıya atlamışlar!

Hostes bu kez Almanlara yönelmiş: ‘Atlayın aşağı çabuk!’ diye bağırmış. Alman kafile ‘Heil!’ diyerek atlamış.

Ve sıra gelmiş Türklere.

Hostes yandan yandan gülümseyerek ve koltuğa hafif dayanarak şöyle demiş:

“Siz var ya siz… Bu uçaktan aşağıya hayatta atlayamazsınız…”