Süleyman Demirel millî iradeyi savunurken askerin devamlı olarak müdahalesini eleştirmiş bir liderdi.

İktidardayken iki askerî müdahale görmüş ancak parlamentonun üstünlüğünden yana olmuştu.

Demirel’in bir yandan millî irade ve parlamentonun üstünlüğü söylemleri, diğer yandan da orduyla kurum olarak uzlaşma politikası, Türkiye’de ordunun siyasetteki etkinliğini azaltmamıştı.

Seçilmiş bir hükümeti görevden alan her müdahale, Türkiye siyasetinde askerin rolünün daha da artmasıyla sonuçlanmıştı. Tüm bu koşullarda ordunun siyasetçilere sürekli uyarılarda bulunmasıyla ilgili olarak Süleyman Demirel’in anlattığı fıkra şuymuş:

Bir profesör aslanla kuzunun aynı kafeste yaşayabileceğini iddia etmiştir. Ancak etrafındakiler bunun gerçekleşemeyecek bir durum olduğunu söylemiştir. Profesör ise buna mukabil deneyip olabileceğini iddia etmiştir. Hemen akabinde hayvanat bahçesinde denemelere başlamıştır. İtiraz edenler bir hafta sonra kuzu ile aslanın aynı kafeste olduğunu görmüştür. Profesöre şaşkınlıkla bunu nasıl başardığını sorduklarında profesör şu cevabı vermiştir:

-“Her gün kafese yeni bir kuzu koyuyoruz.”

Bu fıkrayla şartların demokratikleşme açısından zorlama bir durumun olduğundan söz etmiştir.

Demirel, 12 Eylül öncesiyle ilgili anlattığı bir başka fıkrada da Bilkent Üniversitesi Öğrenci Konseyinin düzenlediği bir söyleşidedir.

Öğrencilerden biri 12 Eylül’de askerlerin bilerek olayları önlemediğine çünkü gereken yetkiyi hükümetin askere vermediğine yönelik sorularına cevaben aşağıdaki fıkrayı anlatmış:

Bir gün Tom, kız arkadaşı Mary’ye:

-“Ah sevgilim biliyor musun, ben ne olmak istiyorum?” demiş.

Mary merakla sormuş:

-“Ne olmak istiyorsun Tom’cuğum?”

-“Ahtapot olmak istiyorum Mary’ciğim.”

Mary şaşırmış ve nedenini sormuş:

-“Ahtapot olursam, o zaman birçok kolum olur, ben de seni böylece daha çok kollarımla sararım.”

Mary, Tom’a burun kıvırmış:

-“Hade oradan…” demiş, “Sen önce iki kolunla sar da…”

Ahtapot fıkrasında da Demirel, bahsedilen yetki krizini kendi bakış açısıyla yorumlamaktadır. Sevgilisini kucaklamak için ahtapot kadar kolları olmasını isteyen Tom’a sevgilisi, var olan kollarını dahi kullanamadığının vurgusunu yapmaktadır.

Demirel’e 12 Eylül öncesinde neden tedbir alınmadığıyla ilgili bir soru yöneltildiğinde aşağıdaki fıkrayı anlatmıştır:

Hocanın evini hırsızlar soyunca komşular söylenmeye başlamıştır:

-“Hocam, insan kapısını kilitlemez mi?”

-“Para ortaya konur mu?”

-“Bu kadar ağır uyku olur mu?” diye.

Nasrettin Hoca da tüm bu söylenmelere şu şekilde cevap vermiştir:         

-“Tamam, ben hatalıyım da, eve giren hırsızın hiç mi kabahati yok?”

12 Eylül Darbesini hazırlayan olaylar oldukça sıkıntılıdır. Ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, Cumhurbaşkanının bir türlü seçilememesi, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik çıkmaz, sağ-sol gerginliği ve dış siyasetteki olumsuz durumlara herkes bir suçlu aramaktadır.

Bu anlamda yönetimi yeni eline alan Demirel’e fazla yüklenilmektedir. Demirel’in konuyla ilgili anlattığı Nasrettin Hoca fıkrası, kendisinin ve ülkenin durumunu gözler önüne sermektedir. Öyle ki Nasrettin Hoca’nın evine hırsızın girmesinde Hoca’nın ihmal ettiği noktalar elbette ki bulunmaktadır. Ancak fıkrada insanların esas ilgilenmeleri gereken “Hırsızlık eylemi” iken, onların Hoca’nın kusurlarına yoğunlaşmaları dikkat çekicidir. Demokrasi açısından esas tartışılması gereken Türk demokrasisini derinden etkileyen darbenin kendisidir. Demirel de bu fıkrada darbeyi yapanlara göndermede bulunmaktadır.

Darbeyle ilgili her hesabın kendisine sorulmasıyla ilgili aşağıdaki fıkrayı anlatmış:

Manevra varmış. Mehmet elde tüfek yerde yatıyormuş. Komutan gelip sormuş:

-“Düşman önden gelirse ne yaparsın?”

Mehmet cevaplamış, komutan tekrar sormuş:

-“Şu yandan, bu yandan, arkandan gelirse ne yaparsın?”

Mehmet yine cevap vermiş.

Komutan en sonunda:

-“Ya düşman tepeden gelirse?” diye sorunca Mehmet dayanamamış sormuş:

-“Bu memleketin tek askeri ben miyim komutanım?”

Süleyman Demirel bu fıkrada, bir önceki fıkrada olduğu gibi, tek sorumlunun

kendisi gösterilmesinden kaynaklanan rahatsızlığını vurgulamış.

12 Eylül 1980 Askerî Darbesinden sonra tüm siyasi partiler kapatılmıştı. Süleyman Demirel Çanakkale’de Hamzaköy’de bulunan askerî üste iki haftalığına gözaltına alınmıştı. Demirel ile birlikte 1980 öncesinde siyaset yapan on beş kişi de Çanakkale’de yüz yirmi bir gün alıkonulmuştu. Necmettin Erbakan bir yıl, Alparslan Türkeş dört buçuk yıl tutuklu kalmıştı.

12 Eylül döneminde tüm siyasetçilerin, siyaset sahnesinden uzaklaştırılmasıyla ilgili Süleyman Demirel’in anlattığı fıkra şuydu:

Uçak yolculuğu sırasında çocuklar rahat durmayıp oradan oraya koşarak uçağın dengesini bozmaktadır. Bu durumdan rahatsız olan kaptan pilot, hostesi çağırıp:

-“Çocukları kontrol altına alın!” diye emir verir.

Bir süre sonra uçağa sessizlik çökünce kaptan meraklanıp hostesi çağırıp:

-“Ne oldu?” diye sorunca hostes şu cevabı verir:

-“Uçağın kapısını açtım, ‘Çocuklar biraz da bahçede oynayın, ben sonra sizi çağırırım.’ dedim.”

12 Eylül Darbesinden sonra birçok siyasi liderin tüm siyasi faaliyetlerinin yasaklanması Türk demokrasisini derinden etkilemiştir.

Fıkrada ses çıkarmamaları için hostes, çocukların hepsini uçaktan dışarı atmıştır. Pilotun isteği ise çocukların susturulmasıdır, onların dışarı atılması değildir. Ancak hostes onların kontrolünü uçaktan aşağı atarak yapmıştır. Dönemin siyasi liderlerinin tecridi de benzer bir şekilde yapılmıştır. Siyasi liderler; kendi aralarında anlaşamamaları, cumhurbaşkanı seçememeleri gibi sebeplerle âdeta rahat durmadıkları gerekçe gösterilerek siyasetten uzaklaştırılmıştı.

Süleyman Demirel ve birçok siyasetçi darbelerin demokrasiyi sekteye uğratacağını, bundan en çok etkilenen kesimin de halk olacağını düşünmekteydi.

Şu fıkranın mesajı da halkın etkileneceğine yöneliktir.

Adamın biri ineğini çok seviyormuş. İneğini kurtların yememesi için nefesi kuvvetli bir hoca arayışına girmiş ve nihayetinde aradığı hocayı bulmuş. Hocadan ineğini kurtların yememesi için muska yazmasını istemiş.

Muska yazılmış ve ineğin boynuna asılmış.

Bu olayın ardından sürüye kurt girmiş ve sadece bu adamın ineğini yemiş. Adam, ineğin muskalı başını kesip hocaya getirmiş.

Hocaya:

-“Hocam hocam ineği kurt yedi” demiş.

-“Nasıl olur?” demiş Hoca, muskayı almış, açıp okumuş ve açıklama yapmış.

-“Biz bir yanlışlık yapmışız. Kurdun ağzını bağlayacağımıza arkasını bağlamışız.

Kurt senin ineği yedi yemesine ama hiç merak etme, kolay kolay çıkaramaz.”

Demirel bu fıkrayı askerî müdahalenin üzerinden dört ay sonra, askerî müdahaleyle ilgili görüşlerinin sorulması üzerine anlatmıştı. Demirel bu fıkra ile 12 Eylül 1980 Darbesinin görünenden daha büyük sonuçları olacağını ima etmektedir.

1982 Anayasası’nı hazırlaması için ekip oluşturulmuştur. Referandumda kabul edilen Anayasa’nın 1. Maddesine göre, MGK Başkanı olan Kenan Evren Cumhurbaşkanı olacaktı.

Süleyman Demirel’in referandum sonuçlarıyla ilgili anlattığı fıkra:

İki berduş kasaba meydanında avare avare dolaşırken bir kalabalığa rastlamıştır. Bakınırlarken bir güvercin uçup berduşlardan birinin omzuna konmuştur.

Herkes toplanmış, berduşa:

-“Sen padişahımız olacaksın” demiş. Berduş:

-“Olmaz!” diye ısrar etse de, inatçı kasabalılara yenik düşmüştür.

Padişahlığı kabul edip arkadaşını da sadrazam yapmıştır. Aynı gün de başlamış işe. Zulme, boyun vurmaya, vergi salmaya başlamış.

Arkadaşı:

-“Yapma, halk kızacak” deyince,

Çiçeği burnunda padişah cevap vermiş:

-“Güvercin uçurup padişah seçen halka böylesi az bile.”

1982 Anayasası referanduma sunulmuş ve bunun sonucunda Anayasa’nın kabulüyle birlikte Kenan Evren cumhurbaşkanı seçilmiştir. Süleyman Demirel bu durumdan rahatsızlığını anlattığı fıkrada göstermiştir.

Darbeden sonra Demirel sık sık kendisine yapılan haksızlıkları dile getirmiştir.

Bununla ilgili anlattığı fıkra:

Urfa’da zengin bir adamı öldürmüşler. Bu adam kendi hâlinde, alacağı vereceği olmayan bir adammış. Amcasının oğlu cenazenin başına gelerek kimin, neden öldürdüğünü sorgulamadan kendisine kalacak mirası hayal ederek kasketini ölünün yüzüne örtmüş ve şu cümleleri kurmuş:

-“Olacağı buydu.”

Demirel anlattığı bu fıkra ile dönemin şartlarında kendisine yapılanın haksızlık olduğunu vurgulamıştır.

 Ayrıca Demirel bu fıkra ile 12 Ocak kararlarını birlikte aldığı ve Darbe Hükümetinde önemli görevleri olan Turgut Özal’a da kırgınlığını anlatmıştır.

Alıntı: Öznur Yaşar, Nazmi Avcı

BUGÜN 12 EYLÜL

TSK, “Cumhurbaşkanının parlamentoda uzlaşma sağlanamaması nedeniyle aylarca seçilememesi, yaşanan hükümet istikrarsızlığı, ağır ekonomik sorunlar ve yoğun iç çatışmaları” gerekçe göstererek 12 Eylül 1980 Cuma günü sabah saat 03:00'te yönetime el koydu.

Ülkenin yönetimi darbeyle birlikte kurulan Milli Güvenlik Konseyi'ne (MGK) devredildi.

MGK'nın yayımladığı ilk bildiride, darbenin ordunun "İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini" yerine getirmek adına "Eemir-komuta zinciri" içinde gerçekleştirildiği belirtildi.

MGK'nın başkanlığına “Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren” getirildi.

Konsey'de yer alan diğer isimler de;

Kara Kuvvetleri Komutanı:

Orgeneral Nurettin Ersin,

Deniz Kuvvetleri Komutanı:

Oramiral Nejat Tümer,

Hava Kuvvetleri Komutanı:

Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve

Jandarma Genel Komutanı:

Orgeneral Sedat Celasun oldu.

Konsey'in genel sekreterliği görevini de Orgeneral Haydar Saltık yürütüyordu.

Darbe olduğunda iktidarda Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel başbakanlığındaki azınlık hükümeti bulunuyordu.

Bu azınlık hükümetine Necmettin Erbakan önderliğindeki Milliyetçi Selamet Partisi (MSP) ve Alparslan Türkeş'in lideri olduğu Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) dışarıdan destek veriyordu.

Ana muhalefette ise genel başkanlığını Bülent Ecevit'in yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) vardı.

Darbenin ardından;

Birçok siyasi parti, sendika ve dernek kapatıldı,

Yeni bir anayasa hazırlandı,

Birçok isme siyaset yasağı getirildi ve

Parlamenter sistemde önemli değişiklikler yapıldı.

Darbenin ardından yaklaşık üç yıl sonra, 6 Kasım 1983 genel seçimleriyle demokrasinin yeniden tesisi süreci de başladı.

Adalet Bakanlığı'nın açıkladığı resmi verilere göre, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından toplam 650 bin kişi gözaltına alındı ve 52 bini de tutuklandı.

Fişlenen kişi sayısı da 1 milyon 680 bin, vatandaşlıktan çıkartılanların sayısı da 14 bin oldu.

Sıkıyönetim mahkemelerinde 210 bin dava açıldı ve toplamda 230 bin kişi farklı suçlardan yargılandı.

Bunların 7 bini hakkında idam cezası istendi.

Bu dönemde, 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevleri nedeniyle, 171 kişi sorguda ve uğradığı işkence sonucu ve 49 kişi de idam edilerek yaşamını yitirdi.

12 Eylül 2018'de yayınlanan bir habere göre  

BBC Türkçe, 2011 yılında “Bilgi Edinme Yasası” kapsamında yapılan bir başvuru üzerine gizliliği kaldırılan ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine ulaşmış ve ilk kez kamuoyuna açıklanan bu belgeleri üç bölümlük haber dizisi halinde yayımlamıştı.

BBC Türkçe'nin ulaştığı belgeler arasında “12 Eylül 1980 ile 5 Kasım 1980 tarihleri arasında ABD'nin Ankara, İstanbul ve İzmir'deki diplomatik temsilciliklerinden Washington'daki Dışişleri Bakanlığı ile diğer ülkelerdeki temsilciliklerine gönderilmiş 10 adet yazışma yer alıyor.”

Yazışmaların ilkinin tarihi 12 Eylül 1980 günü.

Darbeden kısa bir süre sonra yazıldığı anlaşılan ve dönemin Ankara Büyükelçisi Spain imzasını taşıyan bu yazışma, “Gizli” ibaresine sahip.

Dışişleri Bakanlığı'nın bu belgeyi paylaşmadan önce bazı kısımlarını çıkarttığı görülüyor.

“Ordunun (yönetime) el koymasının ardından ABD-Türkiye ilişkileri” başlıklı yazışmada Spain, darbenin hemen ertesinde şu değerlendirmeleri yapıyor:

“Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye'nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok.”

Darbeyi yapan komutanlarla ilgili istihbarata sahip olan Amerika Büyük Elçisi, “Korkulacak bir durum söz konusu değildir” şeklinde özet geçmiş ülkesine.

ABD gizli diplomatik belgelerinde 12 Eylül darbesi: “İş adamlarının çoğu havalara uçuyor, birkaç aydın dışında itiraz eden yok”

Spain, 1984 yılında “American Diplomacy in Turkey” (Türkiye'de ABD Diplomasisi) adında Türkiye'de görev yaptığı dönemi anlattığı bir kitap yazdı.

Spain'in darbe günü gönderdiği yazısında, Türkiye'de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok demokratik ülkenin aksine “Daha köklü ve daha kabul edilir” bir durum olduğu ifade ediliyor.

Yazışmada, “Kısacası, bu bir Latin Amerika cunta darbesi değil… El koymayla ilgili yapılan açıklamada da ifade edildiği gibi terör ve kamu düzeni alanında yaşanan son gelişmeler, her ne kadar gönülsüz de olsa Türk ordusu üzerinde harekete geçme baskısı yarattı” ifadeleri kullanılıyor ve şu değerlendirmeler yapılıyor:

“Hükümetlerle değil, devletlerle ilişki kurma temeline dayanan olağan politikamıza uygun olarak, bu durumda (askeri yönetimi) tanıma gibi bir sorunun ortaya çıkmadığını düşünüyorum.”

Mevcut durumun ABD’ iki önemli çıkarı olduğunun da altını çizerek şöyle diyor yazısında:

“Bunun ötesinde, mevcut durumla ilgili ABD'nin iki önemli ulusal çıkarı söz konusu. Bunlardan ilki Türkiye'nin uzun vadede demokratik bir ülke olarak korunması. Diğeri de Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmasının (SEİA) uygulanmaya devam etmesi de dahil olmak üzere güvenlik alanındaki ilişkilerimizin sürmesi.”

SEİA anlaşmasıyla ABD'nin Türkiye'deki askeri tesislere erişiminin ambargo dönemi öncesindeki düzeylere döndüğü ve bu sayede "Askeri tesislere, istihbarat tesislerine ve uzun menzilli bir navigasyon istasyona daha serbest şekilde erişmeye" başladığı belirtildi.

Belgelerde şöyle deniyor:

“Demirel, Ecevit, Erbakan ve muhtemelen Türkeş'in gözaltına alınmaları konusunda tutumumuzun ne olması gerektiğine dair tavsiyede bulunmadan önce birkaç gün beklemek istiyorum.”

Belgelerde şunlar da anlatılıyor:

22 Eylül 1980 tarihini taşıyan "Özel" ibareli bir yazışmada, Bülend Ulusu başbakanlığında kurulan yeni kabineye dair değerlendirmeler yer alıyor.

ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nde görevli Arnold Schifferdecker imzalı yazışma, "Türkiye'nin yeni kabinesi" başlığını taşıyor.

Kabinedeki isimlerin seçiminde "Deneyimin" önemli bir kıstas olarak göründüğünün belirtildiği yazışmada, "Yeni kabine, genel olarak muhafazakâr olarak bilinen ve Türk halkının aşina olduğu bir grup yetenekli isimden oluşuyor. Az sayıda bilinmeyen isim var ve aralarında tartışmalı isim de bulunmuyor" deniliyor.

Yazışmada, kabinede ekonomi, dışişleri ve savunma bakanlıklarına yapılan atamaların, askeri yönetimin ekonomi ve dış politikada mevcut politikaları sürdüreceğinin bir teyidi olarak yorumlanıyor.

Başbakan Yardımcılığı görevine getirilen Turgut Özal'ın 24 Ocak Kararları ile başlayan ekonomik reform sürecinde "Yetkili kişi" haline geldiği ifade edilirken, Dışişleri Bakanlığı'na getirilen Türkmen ve Savunma Bakanlığı'na atanan Haluk Bayülken de "Yüzü güçlü şekilde Batı'ya dönük isimler" olarak tanımlanıyor.

Kabineyle ilgili şu değerlendirmeler yapılıyor:

"İki başbakan yardımcısı, üç devlet bakanı ve 21 bakan ile Ulusu'nun kabinesinin büyüklüğü de Demirel'inkine yakın. Ancak, bu iki kabine arasında bazı ciddi farklılıklar bulunuyor. Kabineyi oluşturan adamlar -hiç kadın yok- ‘Yetenekli, Tartışma yaratmayacak ve Kendilerine teslim edilen konularda Deneyimli isimler’ olarak biliniyor.

Olağan bir kabineye kıyasla çok daha fazlası bir ya da birden fazla yabancı dil biliyor ve hem mevcut hem de eski büyükelçilik çalışanları birçoğunu yakından tanıyor."