Siz bakmayın siyasetçilerin “Uçuyoruz, kaçıyoruz, bastırıyoruz, genişliyoruz, aldık başımızı gidiyoruz” gibi beylik sözlerine.

Yok Gabar’da petrol bulunmuş,

Yok Karadeniz’de doğalgaz bulunmuş…

Yok işsizlik düşmüş,

Yok cari açık kapanmış,

Yok döviz rezervleri artmış,

Yok paramızın değeri yükselmiş,

Yok enflasyon inişe geçmiş

Falan, filan…

Bırakın bunları da milletin cebine bakın,

Cep delik, cepken delik.

Her zaman yazarım şu fıkrayı.

İstiyorum ki iktidar partisinden de birileri okusun, kendisine bir ders çıkarsın.

Bir boks maçı öncesinde, antrenörü boksöre sürekli olarak maçı kazanacağını söylüyor ve sürekli gaz veriyormuş.

Maç başlamış ve bizim boksör başlamış dayak yemeye.

İlk raund bittiğinde, antrenör moral vermeye devam etmiş:

-“Aferin evladım, çok iyi gidiyorsun. Adamı iyi dövdün, böyle devam et...”

İkinci raund başlamış, değişen bir şey yok. Bizim boksör dayak yemeye devam ediyor, bir gözü de yediği yumruktan iyice kapanmış.

Raund bittiğinde antrenörü veriyormuş gazı:

-“Çok iyi dövüştün, bravo. Adamı öyle dövdün ki neredeyse devirecektin. Devam et iyi gidiyorsun...”

Üçüncü raund başlamış.

Bu kez rakip boksör daha sert yumruklar atmaya başlamış. Bizim boksörün kaşı açılmış, dudağı patlamış, burnundan kanlar gelmeye başlamış. Ringin ortasına serildi serilecek. Neyse ki, gong imdadına yetişmiş ve üçüncü raund da bitmiş.

Perişan bir şekilde, kesik kesik nefes alırken, antrenörü başlamış konuşmaya:

-“Aferin evlat, bu raund da çok iyiydin. Hatta önceki rauntlardan daha iyiydin. Adamı perişan ettin, az kalsın ringin ortasına seriyordun. Çok iyi dövdün, perişan ettin adamı, bravo...”

Deyince boksör dayanamamış;

-“Hocam, adamı çok iyi dövdüm, perişan ettim değil mi?”

-“Evet koçum, evet! Adamı perişan ettin, çok iyi dövdün...”

Boksör sessizce kulağına eğilmiş hocasının ve:

-“Hocam, madem ben adamı çok iyi dövüp, perişan ediyorum anladım. Ama dikkat edin birisi ringe çıkıp beni fena halde dövüyor…”

İşte halimiz bu boksör gibi.

Çok iyi gidiyoruz, çok iyi gidiyoruz da şu habere bakınca bir yere gitmediğimizi anlıyoruz.

“Türkiye'deki ekonomik kriz etkisini giderek artırıyor. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, bu yılın ilk yedi ayında yaklaşık 15 bin şirketin faaliyetlerine son verdiğini duyurdu.”

“Biz uçuyoruz, kaçıyoruzzz!”

Haber devam ediyor:

“Ayrıca, bu yılın ilk sekiz ayında 982 şirketin konkordato sürecine girdiği bildirildi.”

“Tutmayın bizi hızlanıyouzzz!”

“Bu sayı, geçen yılın tamamında alınan geçici mühlet kararlarının neredeyse iki katı.”

“Bizi kimse tutamaz artıkkk!”

“Türkiye'deki ekonomik kriz, istihdamda da ciddi kayıplara neden oldu. Kapasite kullanım oranının yüzde 60’a düştüğünü ve çalışan sayısının 300’den 210’a gerilediğini belirtildi…”

“Bizi kıskanıyorlarrr!”

“Döviz kuru ve enerji fiyatlarındaki istikrarsızlığın, ihracat odaklı sektörlerde büyük baskı yarattığını ve işletmelerin hem iç hem de dış pazarda rekabet gücünü kaybettiği belirtildi…”

“Dış güçler bunlar, bizi çekemiyorlarrr!”

Sonra ne mi olacak?

Hoop! 22 sene daha…

SOLO TÜRK

9 Eylül denince akla ilk olarak İzmir’in kurtuluşu gelir.

Kurutuluş Savaşının zaferle taçlandığı, düşmanın son askerinin de topraklarımızı terk ettiği güzel şehir İzmir’dir.

Kalbi vatan aşkıyla atan, atalarının mirasına sahip çıkmayı kendisine bir borç bilen her Türk insanının heyecanlandığı yerlerden biridir İzmir.

İzmir’in kurtuluşunun 102. Yılı kutlamaları,

Saat 09.00’da “102. Yıl Zafer Yürüyüşü” ile başlamış, bütün gün süren kutlamalar sonucunda final, Cumhuriyet Meydanı’ndan Lozan Meydanı’na yapılan Fener Alayı yürüyüşü ile sona ermişti.

İzmirliler alışık olduğu Solo Türk gösterisini beklemişti gün içinde.

Ama bekleyiş nafileydi, zira gösteri iptal edilmişti.

Tasarruf tedbirleri öne sürülmüştü yapılan açıklamada.

Ama açıklanan genelgede tasarruf tedbirleri milli bayramları ve kurtuluşları kapsamıyordu.

Nereden çıkmıştı bu?

Kimse bu soruya cevap alamadı.

Soru havada kaldı ve İzmir Solo Türk’süz bir kutlama yaptı.

Böylesi önemli bir günde, tasarruf genelgesine takılan Solo Türk gösterisinin olmaması, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyenleri sevindirmiştir bence.

Süvari birliği ile Yunanlıları önüne katıp kovalarken gördüğü zalimlikleri yaşamış biri olan İstiklal Madalyalı dedem sağ olsaydı, ona bunu nasıl açıklayacaktınız acaba?

Bu kahramanların sayesinde oturduğunuz koltuklarınızda ülkeyi bu hale getirdikten sonra, tasarruf diyerek milli değerlerimizi yaşamamıza ve yaşatmamıza engel olmanızı kınıyorum.

Tüm bunları faizi yüzde 8’lere indirirken düşünseydiniz.

İzmir’in suçu ne?

ALLAH KORKUSU

Eski Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın kalabalığa hitaben yaptığı bir konuşma sosyal medyada gündem oldu.

Nerede ve ne zaman yaptığı belirtilmeyen bu videoda Hulusi Akar, “Eğitimin bilgi değil, manevi değerler üzerine kurulması gerektiğini” vurgulayarak sözlerine şöyle devam ediyor:

“Eğitimin amacı Allah'tan korkmayı ve kuldan utanmayı öğretmektir…”

Bu konuya (Rahmetli) Yaşar Nuri Öztürk şöyle cevaplamış bir konuşmasında;

“Şu bir gerçek ki Allah katında en değerliniz, en asiliniz Allah'ın iradesine ters düşen şeylerden en çok sakınanınızdır.”

“Kur'an işte böyle diyor. Birileri ise tarih boyunca Kur'an'ı korku kitabı yapıp Allah'ı korku unsuruna dönüştürüyor ve inanmış insanları dehşete düşürüp dinlerini savunamaz hale getiriyor. Bilerek veya bilmeyerek insana da dine de kötülük ediyor.

Ve ne yazık ki iki binli yılların Türkiye’sinin Diyanet İşleri Başkanlığı da böyle bir yanlışı dünyanın önünde aynen tekrarlıyor.”

“Türk-İslam düşünce tarihinin önemli isimlerinden biri olan Musa Cârullah (ölm.1949) bu şikâyeti dile getirirken

‘İslam'a imanımız korku imanı değil, basiret imanı olmalıydı!’ diyor.”

İslam’ı korkuyla değil, sevgiyle anlatmak lazım. İslam hakkında her önüne gelen mikrofona bilip bilmeden ağzına geleni söylemesi dine verilen en büyük zarar olacaktır.

BİSİKLET

Lise çağlarımda “Bisan” marka 3 vitesli bisikletim (2. El) oldu.

Yeşil rengi ile epey havalıydı.

Çocukluktan gençliğe geçiş dönemimdi.

İki kişi aynı bisikletle Abide’ye kadar gidip dönmüşlüğümüz bile vardır.

Çanakkale’nin her yerini karış karış gezdim.

Mahalledeki arkadaşlarla (şimdiki Esenler Mahallesi’ne) çağla çalmaya bile gitmiştik.

Eskilerin tabiriyle oralar hep bademlikti.

Kimsecikler yoktu.

Ne bir ev, ne bir baraka…

Bisiklet vitesli olduğundan genellikle yokuşlu yolları seçerdim, epey yorulurdum ama arkadaşlara “Hiç yormuyor” diyerek hava atardım ama aslında geberirdim Hastane Bayırı’nı çıkarken.

Halen de bisiklet kullanıyorum.

Bembeyazlar içinde bir bisikletim var.

21 vitesli hem de.

Çanakkale için büyük kolaylık.

Hastane Bayırı’nı çıkmıyorsan, bundan iyi taşıt yok.

Bu sıkışık trafikte “Bundan iyisi, Şam’da kayısı!”

Nereden çıktı şimdi bu bisiklet anıları? diyecek olursanız, sosyal medyada gördüğüm bir resim bu anlarımla buluşturdu beni.

Sizlere de anlatmak istedim.

Resmin altında 11925 yılları yazmışlar, ama itirazlar hemen gelmiş; “O tarihte fes yoktu” diye.

Ben de boş durmadım ve size bisikletin Osmanlı’dan başlayan tarihini araştırıverdim.

19. yüzyılın başlarında Avrupa’da icat edilen bisiklet, ilk dönemlerde seçkinlerin kullandığı bir araç olmuş daha sonra sportif amaçla da kullanılmaya başlamış.

Bisiklet yaygınlaşmaya başladıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’na da levantenler tarafından getirilmiş ve öncelikle posta teşkilatı, polis teşkilatı ve orduda kullanılmış.

Osmanlı zamanında Mösyö Tomas İstefanis adında bir Amerikalı, yanındaki bisikletiyle önce İstanbul’a gelmiş, daha sonra İzmit üzerinden beş günlük bir yolculuktan sonra

Ankara’ya ulaşmış ve oradan da Yozgat üzerinden Sivas’a geçmiş.

1885 yılında yaşanan bu haber şöyle verilmiş gazetede:

“Mösyö İstefanis adında bir Amerikalı’nın velospid ile seyahat ve Dersâa’det’e muvasalatıyla (ulaşmasıyla) buradan dahi hareket ettiğini yazmış idik.

Ankara’dan yazıldığına göre mûmâ-ileyh İzmit’ten 5 günde şehr-i mezkûra muvasalat ve Vali Paşa hazretleri ile memûrin-i vilâyet ve binlerce ahali merkumun hareketini temaşa etmişler ve merkûm kendisine yapılan rica üzerine 3 defa şose üzerinde velospid ile yürüyüp 1200 yarda mesafeyi 2 dakika 14 saniyede kat etmiştir.

Merkûm bilahare vali paşa hazretleri ile memûrin-i vilâyetten veda idüp Yozgat’a mütevecciye-i azimet olmuş (yönüne gitmiş) andan dahi Sivas’a azimet etmiştir…”

Basında birçok yazı ve karikatüre konu olan ve “Şeytanarabası” adı takılan bisiklete 1950’lere kadar “Velospit” veya “Velespit” denmeye devam edildi.

Halbuki Velospid, Fransızca Vélocipéde kelimesinin bozuk telaffuzuydu

İstanbul’a gelen bisikletlerin sayısının artmaya başladığı 1890-1895 yılları arasında İstanbul sokaklarından bir bisikletlinin geçtiğini görmek, İstanbullular için meraklı bir seyirdi.

Bisikletin ilk görülmeye başladığı dönemlerde bisiklet kullananlar “Monden” tipler olarak alaya alınmış, zaman zaman ilk biniciler Züppelikle suçlanmış.

1895 yılında İstanbul’da sayıları artmaya başlayan bisikletlerden biri saraya takdim edilirken, diğer yandan Şehremaneti (İstanbul’un temizliğiyle, güzelleştirilmesiyle, korunmasıyla ilgili işleri yürüten yönetim.) bisiklet kullanımının düzenlenmesi için harekete geçmiş.

Şehremaneti, İstanbul Beyoğlu'nda bisiklet ile dolaşanların sayısının artması üzerine bunların yasaklanmasını ve Taksim-Şişli yolu haricinde dolaşmalarına müsaade edilmemesi için 2 Ocak 1895 tarihinde Dâhiliye Vekaleti’ne (İç güvenlik ve asayişin sağlanmasından sorumlu) başvurmuş.

Dâhiliye Vekâleti de Şehremaneti’nin bu talebini Sadaret Makamı’na (Sadrazam) sunmuş.

Sadaret Makamı durumu değerlendirmiş ve Dahiliye Vekaleti’ne gönderdiği cevapta “Bu yolda gidip gelenlerin şimdiye kadar bir sakınca doğurmadığı bildirildiğinden yasaklanmasını uygun görmeyerek” şu notu eklemiş:

“Her ne kadar bunların dar sokaklardan geçemeyeceği bilenmekteyse de geçenler olduğu halde belediye çavuşları marifetiyle ötekine berikine çarpıp bir kazaya neden olmamaları için uygun bir dille ikaz edilmesi şimdilik yeterli olacaktır.” denmiş.

1900’lü yılların başında Osmanlı’da posta teşkilatında da bisikletin kullanılmaya başladığı görülmüş.

18 Eylül 1909 tarihinde Emniyet Umum Müdürlüğü, Posta ve Telgraf Müdüriyeti’nden teşkilatının kullandığı bisikletlerle ilgili bilgi talep etmiş, Posta ve Telgraf Müdüriyeti de posta dağıtıcılarının kullandığı bisikletlerin nerden ve kaça alınabileceği ile ilgili şu bilgileri vermiştir:

“Posta teşkilatının bisikletleri iki çeşittir. Bunlardan kırmızı renkli olanları İngiltere’nin Birmingham şehrinde kurulu Union fabrikası üründür. Kırmızı boyalıdır ve yaldızlı markasının içinde VAY harfleri vardır. Her biri Mecidiye 20 kuruştan 1200 kuruş karşılığında Beyoğlu Telgraf Merkezi memurlarından Ahmet Robenson49 aracılığıyla doğrudan fabrikadan alınmıştır. Bisikletlerin yanında uzun bir hava tulumbası, küçük bir korna, bir vida ve yağdanlık olmak üzere toplam 5 parçadan oluşan bir set vardır. Diğer siyah renkli bisikletler ise satan bayinin verdiği bilgiye göre İngiltere’de üretilmiştir. Tekerlek lastiklerinin yuvası yeniklidir. Bunlar da her biri Mecidiye 20 kuruştan 660 kuruş karşılığında Şehzadebaşı’nda ve Yeni Cami yanında mağazaları bulunan Mehmed Salim Efendi’den alınmıştır. Bisikletlerin yanında bir çelik vida, akort parçası, bir İngiliz anahtarı, bir tornavida, bir yağdanlık, bir korna, uzun hava tulumbası olmak üzere 9 parçalık levazımatı vardır. Bisikletler iki aydan beri posta dağıtıcıları tarafından kullanılmaktadır. Bugüne kadar herhangi bir şikâyet gelmemiştir.”

Osmanlı’da II. Meşrutiyet sonrasındaki yıllarda birçok vilayette polis teşkilatına bisiklet alınması için girişimlerde bulunulduğu konuyla ilgili yapılan yazışmalardan anlaşılıyor.

Osmanlı’nın son yıllarında ordu teşkilatında da bisiklet kullanıldığı, bisiklet alımları için yapılan yazışmalardan anlaşılmaktadır. Üçüncü Ordu-yu Hümayun Müşiriyetinden Rumeli Vilayeti Şahanesi Müfettiş-i Umumiyesi Canib-i Samisi’ne 1909 yılında yazılan yazıda Ordu-yu Hümayun için 6 tane bisiklet alınması için gerekli 7776 kuruşun Manastır Defterdarlığı tarafından ödenmesi talep edilmiş.

1915 yılında jandarma piyadelerinin kullanımı için bisiklet alınmış.

Ordu içinde bisikletli birliklerin de yer aldığı arşiv belgelerinde kayıtlıdır.

1918 yılına ait bir belgede Süvari Bisiklet Taburu’ndan bahsedilmekte.

Buna göre Antalya’ya gelmek üzere yola çıkan Süvari Bisiklet Taburu, gizli bir yere sevk edilmiş.

İsmi, “İki dairecikli” anlamına gelen  ve Fransızca sözcük olan “Bicyclette” dir.

Ya da popüler olmayan eski adıyla karşılığı “Tez Ayak” olan ve Fransızcası “Vélocipède” nin Türkçe telaffuzlu şekli “Velespit” tir.

19. yüzyıl sonlarında bisiklet anlamında Arapça “Derrâce” sözcüğünün kullanıldığı da belirtilmekte.

Halk dilinde ise bisiklet anlamında “Demirat”, “Teker”, “Yelatı” gibi sözcüklerin kullanıldığı tespit edilmiş.

Bisikletin eş anlamlısı olarak ise “Çiftteker”, “Çalınga” sözcükleri de kullanılmış.

GERGİNİZ

Ülke gergin, sinirli.

Millet birbirini yiyor, hatta gözünün yaşına bakmadan öldürüyor.

Ekmeği ucuza sattı diye öldürüldü daha 2 gün önce baba kız.

Okullar açıldı öğretmeni kemerle dövmüşler.

Adliye önünde adam arabasını yakıyor.

Milli basketbolcu öldürüldü.

Kick Bokscu öldürüldü.

Narin kız katledildi.

2 yaşındaki bebeğe cinsel istismar.

BU haberlere öylesine alıştık ki…

Kanıksadık adeta.

Hapishaneler doldu taşıyor, yenilere yer yok.

Yolda yakalananın en az 5 dosyası var,

Diğerinin 10 dosyası.

Kimler arasında bedava yaşıyoruz.

Allah sonumuzu hayır etsin.

Aynı gemideyiz, “Bana bir şey olmaz” diyenler de azıcık düşünsün…

EVLİLİK!

Lady Astor: “Ben sizin karınız olsaydım, kahvenize zehir koyardım.”

Churchill: “Ben de sizin kocanız olsaydım, o zehirli kahveyi seve seve içerdim!”