Geçen hafta başıma gelen talihsizliği anlatmıştım.

Geçen hafta başıma gelen talihsizliği anlatmıştım.

Gülay'ın açtığı telefonu, dolandırıcıların açtığı telefon zannedip, hayırlı bir iş için görüşme aşamasında olduğum Gülay'a ağza alınmayacak laflar edince kıyamet koptu tabi.

Kızcağız hiç beklemediği tavrımı duyunca sinir krizleri geçirmiş.

Atmış kendisini yataklara.

“Nasıl böyle davranır bana?” diyerek kapatmış odasına kendisini.

Doktorlar gelmiş bakmış, ilaçlar, serumlar filan.

Kız resmen harap olmuş.

Hayrettin anlattı bana da.

“Oğlum durumu anlatsaydın, ‘tavrı sana değilmiş, o anda arayan dolandırıcılaraymış’ deseydin”

Hayrettin her ne kadar yanlış anlama olduğunu söylese de kız bir türlü inanmak istemiyormuş.

Şoför olan babası ile haber yollamış zaten, “Bu iş burada bitti” diye.

Kahveye gelen babası,

“Oğlum Rüstem tüm kalbimle sana inanıyorum ama kız kısmısı böyle. Bir kere kalbi kırıldı mı, daha da geri dönüş olmuyor. Babasına çekmiş köftehor, geri vites yok yani…” dedi.

Kan beynime çıkmıştı.

Kalbim hızla çarpmaya başladı.

Fırladım kahveden o hızla, doğru deniz kenarına koştum durmadan.

Bir yandan gözlerimden yaşlar dökülüyordu, kimsenin görmesini istemedim.

Delikanlı koskoccaman adam ağlamazdı, bir kız için gözyaşı dökmezdi çünkü.

Racon böyleydi.

Canım birden sigara istemişti, aslında içmem bilirsiniz.

Sahilde balık tutan yaşlı, sakallı bir adamın yanına salya sümük yanaştım, “Amca, sigaran var mı? Versene bir tane!” diye sordum.

“Bırakalı çok oldu evlat. Zaten sen de içme. Bak insanı dilenci yapıyor, zararlarından biri de bu…” dedi.

“Tamam sağol” diyerek yanından ayrılıyordum ki, benim perişan halimi gören adam, “Dur hele dur… Sen hiç iyi değilsin… Gel bakayım şöyle yanıma, anlat derdin nedir?” dedi.

O an anlatmak istemedim.

Ama adam ayağa kalkıp koluma girdi, “Evlat bilirim aşk acısını, bu saçları sakalları değirmende ağartmadık… Gel hele otur yanıma.” diyerek oturağına oturttu beni.

Kendisi de yanıma bağdaş kurdu, “Evlat!” dedi, “Yunus Emre der ki; ‘Dünya bir penceredir her gelen baktı geçti...’ Sen de bakıp geçeceksin, giderken de ‘Ben ne yaşadım?’ diye kendine soracaksın. Ömür o kadar kısa ki, ne ağlamaya değer, ne de gülmeye. Derdin aşk ise düş peşine sonuna kadar vazgeçme…”

Adam o davudi sesiyle, tane tane ne güzel konuşuyordu böyle.

İçim ferahladı sanki.

Rahat bir nefes aldım, adama teşekkür ederek eve doğru yola koyuldum, ama birden gözüm karardı.

Ne olduğu anlamamıştım.

Gözlerim kapalıydı, etrafımda sesler duyuyordum “Kıpırdadı, parmakları kıpırdadı” diye heyecanlı bir ses duydum karanlıklar içinde...

Göz kapaklarımı yavaşça açtım ama bulanık görüyordum.

Karşımda biri vardı ama kimdi? Tanımadım haliyle.

“Hoş geldin aramıza Rüstem” dedi kadife sesiyle.

Net görmeye başladım.

Genç bir kızdı karşımdaki.

Beynim kızı tanıma konusunda harekete geçse de pek işe yaramadı.

Hayal olduğunu zannettim.

Yoksa tanımadığım bir kız neden elimi tutsun ki.

O an annemin heyecanlı sesini duydum;

“Gülay kızım müjde kendine geldi…” dedi.

Konuşmaları birleştirince daha önce kendisini hiç görmediğim (tövbe, bir kere resmini görmüştüm) elimi tutan kişinin Gülay olduğunu anladım.

Heyecandan ne yapacağımı bilemedim, hayatımda ilk defa bir kız eli elime değmişti.

Birden nefesim durdu, sesim kesilmişti ‘Merhaba’ bile diyemeden bayılmışım…

Eh neler olduğunu haftaya anlatacağım artık

NUSH İLE USLANMAYAN

Bizim Türk milleti için terlik çok önemlidir.

Bir dayak aracından ziyade “Terbiye etme” konusunda “Yardımcı eğitim aracıdır.”

“Ben terlik yemedim” diyen çok azdır aramızda.

Ziya Paşa’nın Terkib-Bend’inde geçen söz bunun ispatıdır.

“Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”

Kısaca; “Nasihat ile yola gelmeyeni önce ikaz edeceksin, hala anlamıyorsa döveceksin” diyor.

İşte bu düstur ile yola çıkan ebeveynler, eline aldıkları terlikle “Dur oğlum! Yapma çocuğum! Kızım uslu dursana!” gibi lafları kulak arkası eden çocuklarına hak ettikleri dersi vermek üzere terlikle harekete geçerler.

Biz de zamanında az terlik yemedik.

Atalarımız ne demiş; “Sırtında terlik izi olmayan çocuktan, gelecekte bir şey beklenmez…”

Böyle bir söz olmasa bile ben şimdi söylüyorum, gelecekte torunlarımız kullansınlar.

Annem her hafta kurulan pazardan terlik alırdı.

Terlik satan esnaf; “Abla ne yapıyorsun bu kadar terliği?” diye sorduğundan elinden tuttuğu beni gösterip “Sebebi bu” demişti.

O vakitler piyasaya yeni yeni giren fabrikasyon terlikler bana bir hafta dayanmıyordu.

Oysa el yapımı deri terlik olsa, yandıktı.

Ancak günümüzde “Çocuğa şiddet kapsamında” terlik işi rafa kalkmış durumda.

Yapay zekâya sordum;

“Terlikle çocuk terbiye edilir mi?” diye.

Bana cevabı şöyle oldu:

“Fiziksel cezanın çocukların gelişimine ve ruh sağlığına olumsuz etkileri bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Fiziksel ceza yerine, çocukları anlama, destekleme ve pozitif yöntemlerle eğitme konusunda ebeveynlerin bilinçlenmesi önemlidir. Ebeveynlerin, çocuklarına sevgi, anlayış, sabır ve iletişimle yaklaşması, çocukların kendilerini ifade etmelerini sağlaması ve olumlu davranışları takdir etmesi önemlidir.”

Ah ülen!

Bizim zamanımızda çocuk hakları olacaktı ve biz o kadar terliği boşuna yemeyecektik.

Bu terlik işinin nereden geldiği konusunu merak edip durmuşumdur.

“Kim icat etti bunu?” diye.

Sonunda buldum;

“Tanrıçalar…”

Evet evet antik çağda var olduğu inanılan tanrıçalardan geliyormuş bu “Çocuk terbiye temek için kullanılan bu terlik metodu…”

Ana tanrıça Aphrodite, oğlu Eros’u korkutmak için kullanmış.

Hatta resmi bile var.

İşte burada, bakın!

Artık zavallı Eros ne yaptıysa?

Ancak, o kadar terlik yiyen çocuğun büyüyünce Aşk tanrısı olması da manidar değil mi?

Demek çocuk terliği yiye, yiye aşkı bulmuş, sevgiye yönelmiş.

Öyleyse terlikle terbiye işe yaramış gözüküyor.

Antik çağda çocuk hakkı olmadığından ve de annesi tanrıça olduğundan, Eros sopayı yemiş anlaşılan…

O zaman Ziya Paşa haklı.

Uslanmayanın hakkı kötektir…

KADIN

Hint mitolojisi kadının yaradılışını şöyle anlatırmış:

Tanrı;

Yaprağın hafifliğini,

Ceylanın bakışını,

Güneş ışığının kıvancını,

Sisin gözyaşını aldı;

Rüzgârın kararsızlığını

Tavşanın ürkekliğini ekledi olanların üzerine.

Kıymetli taşların sertliğini,

Balın tadını,

Kaplanın yırtıcılığını,

Kışın soğuğunu,

Kumrunun sevgisini kattı.

Bütün bunları karıştırdı eritti ve kadını yarattı!   

Ne güzel anlatmış Hintliler.

Huşu içinde okudum, bir daha okudum.

Ama bu kadın ile günümüz kadını arasında biraz fark vardı sanki.

Komiser sormuş adama;

“Kredi kartınızın çalındığını neden daha evvel bildirmediniz?”

Adam çekinerek cevaplamış:

“Çalan adam, karımdan daha az harcıyordu da ondan.”

Komiser kızarak; “Peki şimdi niye bildiriyorsunuz?”

Adam ezilip, büzülerek cevaplamış; “Dün itibariyle kartı karısına vermiş…”

Alışveriş denilince akan suların durduğu, özellikle vakit buldukları bir etkinlik.

İşte bu kadın “Yaprağın hafifliğini, Ceylanın bakışını, Güneş ışığının kıvancını, Sisin gözyaşına sahip olan” kadın.

Madem bu kadar muhteşem varlık, “Peki kadın neden evlenir?” sorusunun cevabı da bu olsa gerek:

Bir kadın psikiyatriste gider ve şöyle der:

“Evlenmek istemiyorum. Eğitimli, bağımsız ve kendime yeterli biri olarak yetiştim. Bir kocaya ihtiyacım yok. Ama ailem evlenmemi istiyor, ne yapayım?”

Psikiyatrist cevap verir:

“Sen şüphesiz hayatta harika şeyler elde edeceksin. Ama kaçınılmaz şekilde bir şeyler istediğin gibi olmayacak. Bir şeyler ters gidecek. Bazen başarısız olacaksın. Bazen planların işe yaramayacak. Bazen dileklerin yerine gelmeyecek. O zaman kimi suçlayacaksın? Kendini mi?”

Kadın: “Hayııır!!!”

Psikiyatrist: “Tamam… İşte bu yüzden bir kocaya ihtiyacın var!”

İşte tam bu noktada

Kıymetli taşların sertliğini,

Balın tadını,

Kaplanın yırtıcılığını,

Kışın soğuğunu,

Kumrunun sevgisini taşıyan kadın ile evli olan erkekler için evlilik şuna dönüşüyor:

Kadın kocasına sorar:

“Neden eve erken geldin?”

Kocası üzgündür:

“Patron, cehenneme git dedi…”

Hintliler şu yaradılış hikayesini biraz daha mı düşünseler acaba?

CEHALET

Cehalet gerçekten zordur.

Mesela derler ki:

“Cahile ne kadar cahil olduğunu da söylesen, o kendini her zaman akıllı sanır.”

“Cahil insanlar, cahil olduklarını fark etmezler.”

“Cahil olduğunu biliyorsa cahil değildir. Cahil kendini bilmeyene derler.”

“Cahil insanlar genellikle kendi düşüncelerinin doğru olduğuna inanırlar ve fikirlerini savunurlar.”

“Edep bilmez ile cahil ile mücadele olmaz.”

Hz Ali diyor ki: “Cahille girdiğim hiçbir savaşı kazanamadım…”

“Cahil olduğu hâlde, cahilliğini bilmeyip, kendini âlim zannetmek moda olmuştur günümüzde.” diyorlar.

Cehalet üçe ayrılırmış aslında:

1. Cehl-i basİt: Bilmeyen; ama bilmediğini bilen; öğrenme imkânı vardır.

2. Cehl-i mürekkeb: Bilmeyen; ama bilmediğini de bilmeyen; bilmediğinin bilincine ermedikçe öğrenme imkânı yoktur.

3. Cehl-i mik’ab: Bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen ama en doğru bildiğini iddia eden. Katmerli câhil.

Üç-boyutlu cehalet; yani derinliği olan cehalet. Bırakınız bir şey öğrenmeyi iddialı olduğu konuda kendisine bir şey öğretmek bile mümkün değildir.

Atatürk’ün dediği gibi: “Cehalet yenilmesi gereken en büyük düşmandır...”

“Cehaletle ilgili bir yaşanmışlık var dünyada.

Okuyup dersler almak lazımdır” derim.

Tarih 1503 Haziran.

Kristof Kolomb, gemilerinde oluşan arızaları gidermek için Jamaika'ya uğrar.

Oranın yerli halkı, topraklarına gelen bu yabancılara yardımcı olurlar.

Gemilerini tamir etmek için ve yiyecek içecek ihtiyaçlarını gidermek için ellerinden ne geliyorsa yaparlar.

Ancak aradan aylar geçmesine rağmen gemilerin tamiri bitmez.

Bu yetmezmiş gibi gemi mürettebatında bulunanlar, yerli halkın getirdikleri ile yetinmeyip daha fazla yiyecek içecek elde etmek için yağma yapmaya başlar.

Bu duruma çok kızan yerli halk, bir süre sonra bütün yardımı keser.

Hem gemilerin tamiri hem de beslenme noktasında çaresiz kalan Kolomb, o dönemlerde gemilerde bulunan ve yıldız pozisyonlarını da içeren takvimi karıştırırken ertesi gün ay tutulması olduğunu öğrenir.

Bu durumu fırsata çevirmek için kendince iyi bir plan yapar ve hemen yerlilerin şefinin yanına gider.

Şefe, “Kendisinin Tanrı ile haberleştiğini, şefin ve halkının gemiler için yaptıkları yardımı kesmelerine Tanrı'nın çok kızdığını ve bu kızgınlığını da Ay'ı kan kırmızıya çevirerek göstereceğini” söyler.

Ertesi gün akşam Ay tutulması başlar ve Ay'ın rengi tutulmadan dolayı kızıla döner.

Bundan sonrası Kolomb'un yanında bulunan oğlunun günlüğünde şöyle yazıyormuş:

“İnleme ve feryatlarla birlikte her yerden gemilere doğru geldiler. Yiyecek ve içecekler getirdiler. Tanrı'ya onları affetmesini söylemesi için amirale yalvardılar”

Kolomb kum saatine bakar.

48 dakika süren tutulma birazdan bitecektir.

Onlara “Tanrı'nın kendilerini affettiğini ve Ay'ı birazdan normal rengine çevireceğini” söyler.

Tutulma, tam da Kolomb'un dediği gibi bir süre sonra biter.

Tanrı tarafından affedilen yerliler de mutludur.

Evrenin işleyişini bilen Kolomb da!

Ve Kolomb olayın sonunda not defterine şunu yazar:

“Cehalet her zaman köleliği getirir.”

Confucius: “Eş seçmek kitap seçmeye benzer, iyi tasarlanmış bir kapak ve cilt ilginizi çekebilir, içeriği sağlam olmadıkça sonunu getirmek zordur.”

Socrates: “Ne pahasına olursa olsun evlenin. Eşiniz iyi çıkarsa mutlu olursunuz, yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz.”