Devlet yönetmek oldukça titizlik ister, bilgi ister, hak ister, hukuk ister…

Adaleti dağıtmaktan sorumlu olacaksınız.

Halkın parasını toplamakta, dağıtmakta ve harcamakta adil olacaksınız.

Öyle kolay işler değil.

“Ben yaptım oldu” şeklinde düşünülemez.

Yoksa hesap var sonrasında…

“Deve Yularının Hesap Hikâyesi” meşhurdur.

Bilmeyenler için yazayım önce;

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah babasını ölümünden tam bir sene sonra rüyasında benzi sararmış olarak görüp: “Babacığım senin benzin kırmızı idi, ne oldu da bu kadar sarardın?” diye sormuş.

Hz Ömer: “Oğlum bir seneden beri hesap veriyordum, daha yeni çıktım. Benzim ondan sararmıştır” diye cevaplar.

Oğlu tekrar sorar: “Babacığım hesap nasıl geçti?”

Hz Ömer anlatmış: “Sadaka develerden Şirin’in yuları iyice eskimişti de birkaç yerinden bağladıktan sonra kullanılamaz olunca atmıştık. Onca zaman o eskimiş yuların hesabını verdim” demiş.

Bir eski deve yularının hesabı bir Halife tarafından günlerce veriliyorsa, kendimize bakarak; “Vay halimize!” demek lazım.

Şimdi gelelim günümüze ve bizim iktidarımıza.

Hatırlarsanız iktidarımız “Bütçeye hiçbir yükü olmayacak” diyerek, “Kur Korumalı Mevduat Hesabı” adı altında bir sistem icat ederek tanıtmıştı.

Eski Bakan Nureddin Nebati, bu sistemi bize “Asrın buluşu” olarak lanse etmişti.

Bu sisteme göre; herkes dövizini bozduracak bu hesaba belli bir vade ile yatıracak ve devlet bu paralara faiz verecek, aynı zamanda döviz olarak olası kur kayıplarını karşılayacağına garanti verecekti.

Nitekim sistem devreye girdi.

İnsanlar paralarını yatırdı.

Sonra ne oldu?

Devlet bu sistemden 2 yılda 1 trilyon 58 milyar lira zarar etti.

Hâlbuki aynı dönemde bütçede yapılan yatırımların toplamı 1 trilyon 200 milyardı.

Gelelim devenin “Yularına.”

Haberde şöyle diyor:

“… bu harcama ile yapılabilecek okul, hastane, öğrenci yurdu, yol, demiryolu, köprü, tünel gibi yatırımlar dikkate alındığında masraf ve israf kalemlerinin ne denli büyük olduğu görülüyor.”

Bir başka “Yular” ise;

Kuzey Marmara Projesinin Kınalı-Odayeri kesimi yatırım tutarının 1 milyar 40 milyon dolar olmasına rağmen garanti tutarı yatırım tutarının 2.4 katına ulaşıp 2.5 milyar dolar olması.

Gebze Orhangazi İzmir Otoyolu,

Kuzey Marmara Otoyolu Projesi Odayeri Paşaköy Kesimi,

Kuzey Marmara Otoyolu projesi Kurtköy - Akyası Kesimi,

Kuzey Marmara Otoyolu Projesi Kınalı-Odayeri Kesimi,

Menemen-Aliağa-Çandarlı Otoyolu ve

Ankara-Niğde Otoyolu olmak üzere 6 otoyol için verilen garanti tutarı toplamı 28 milyar dolara ulaşmış olması.

Bunlar gibi niceleri var.

Sonunda “Yular” ne oldu peki?

Sistemden çıkışı teşvik etmek amacıyla Türk lirası mevduat faizleri artırıldı, KKM faizleri düşürüldü ve bankaların KKM hesapları için Merkez Bankası’na yatırması gereken zorunlu karşılıklar yükseltildi.

Aralık 2021’de yaklaşık 16 lira olan dolar, bugünlerde 34 lira oldu.

20 Aralık 2021 gecesi başlatılan sistemin çökmesi sonucunda;

1 Ocak 2024 tarihinden sonra KKM sisteminde yeni hesap açılamayacağı duyuruldu.

Kısaca; sistemden geri adım atıldı ve kapatılmasına karar verildi.

Geriye ne kaldı?

Allah katında “Hesap vermek” kaldı.

Bize; bu işlerde dâhilimiz olmadığından başkalarına, “Allah yardımcınız olsun” demek düşüyor.

HAFTANIN GÜNLERİ?

Geçenlerde gün isimlerini telaffuz ederken kendi kendime “Bu isimleri kim koymuş böyle?” şeklinde sordum.

Eh önümde de hazır internete bağlı bir bilgisayar varken bulmak zor olmadı.

Bakın nasılmış?

Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar.

Ayrıca da Ocak’tan Aralık’a kadar 12 ay...

Dilimizdeki gün ve ay isimlerinin kökenleri büyük oranda Osmanlı İmparatorluğu’na, özellikle de Farsça ve Arapçaya dayanmaktaymış meğer.

.Bazıları çok bariz isimlendirmeler olsa da, bazılarının anlamı daha ilginçmiş.

Mesela Pazartesi nereden geliyor?

Birçok uygarlıkta Pazar günü uzun bir süre boyunca haftanın ilk günü olarak sayılmıştır.

Hatta halen bazı Batılı ülkelerde Pazar günü, haftanın ilk günü olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle Pazartesi, isminden de anlaşılabileceği gibi bizde “Pazar Ertesi” anlamına gelecek şekilde kullanılan bir sözcük olmuş.

“Erte” sözcüğü ise asırlar öncesine dayanıyormuş.

1000’li yıllardan önce Uygurca Budist metinlerde “érte”, yani “Gün” veya “Gün doğumu” anlamında kullanılmış.

Gün doğumu, yeni bir günün başlangıcıyla ilişkilendirildiği için bu şekilde adlandırılmış.

Sonradan 1073 yılında Divan-i Lugati’t Türk’te “érteleme” sözcüğü “İşe kalkmak” ile ilişkilendirilmiş.

1390 civarında yazılan Kısas-ı Enbiya’da ise ilk defa e üzerindeki çizgi kalkmış ve “Ertelemek” olarak kullanılmıştır.

Bu sözcük, eski Türkçede “Sabah” olarak da kullanılmış.

Salı’ya gelirsek;

Salı sözcüğü “Üçüncü Gün” anlamına gelmekteymiş.

Normalde Salı, birçoğumuz için “İkinci gün” olsa da, aslen hafta “Pazar” ile başladığı için sözcük de buna göre anlam kazanmış.

Salı sözcüğünün ilk kullanımına Filippo Argenti tarafından 1533 yılında yazılan Regola del Parlare Turco isimli eserde, rastlanmış.

Sözcük, orijinal olarak “Salí” olarak yazılmış.

Arapçada ise “Yevmü’s-selase” ya da “Yawm a?-?ali?”, yani “Üçüncü gün” olarak geçmiş.

Salı, “Selase” sözcüğünden dilimize girmiş deniliyor.

Çarşamba’nın tarifi daha da ilginç.

İlk olarak 1303 yılındaki Codex Cumanicus’ta Farsça ve Türkçe karışımı bir dille “caar sanbe” olarak geçmiş.

Kelime anlamı “Dördüncü Gün” müş. Farçadaki “Çaharşanba”, yani “Haftanın dördüncü günü” kalıbından dilimize geçmiş.

İlginç bir şekilde Farsçada “Şabba” ya da “Şanba” aynı zamanda “Cumartesi” günüymüş.

Birçok toplumda “Çarşamba”, eskiden “Haftanın son günü” olarak görülmekteymiş. Dolayısıyla Çarşamba, Cumartesi’den sonraki 4. gün idi.

“Şamba” sözcüğü de, İbrani ve Aramicedeki “Şabat” sözcüğünden Farsçaya geçmiş.

Şabat, “Dinlenme günü” olarak biliniyor.

Bu da oldukça mantıklıymış, çünkü Sevan Nişanyan, Çağdaş Türkçenin Etimolojisi sözlüğünde, “Yedi günlük hafta düzeni M.Ö. 6. YY’dan itibaren Yahudi toplumundan, ortak Arami kültürü vasıtasıyla, çevre kültürlere yayılmıştır” şeklinde not etmiş.

Perşembe’ye gelirsek, 1300’lü yıllardan öncesine dayanan ve Orta Asya’da keşfedilmiş bir Kuran tefsirine kadar giden bir sözcükmüş meğer.

Borovkov tarafından yazılan analizde sözcük “Penc şembe”, yani “Beşinci Gün” olarak geçmektedir. “Panc”, hepimizin tavla oynarken bildiği gibi Farsçada “Beş” anlamına geliyor.

Cuma ise diğer günlerden farklı olarak İslam tarafından etkilenen toplumlarda özel bir yeri vardır.

Cuma gününün adı, 1341 yılında yazılan Tezkiretü’l Evliya’ya kadar gidiyormuş.

Orada “Cum?a” olarak geçiyormuş.

Doğrudan Arapçadan dilimize geçen bu sözcük, “Toplanma günü” anlamına geliyor ve Cuma Namazı’na işaret ediyor.

Arapçadaki “cm” ya da “cmm” kökü, “Toplama, toplanma, topluluk” anlamlarına geliyor. “Cami, Cemevi, Cima, Cumhur, Cumhuriyet, Cümbür Cemaat, Camia, İcma, İçtima, Mecmua, Cemaat, Cemiyet, Cuma” gibi sözcükler hep aynı kökten türetilmiş.

Ancak dilimizdeki “Cem” erkek isminin bu kök ile hiçbir alakası olmadığını da belirtmekte fayda var; isim olarak kullanılan “Cem” Farsçadır; Arapça değil.

Gelelim Cumartesi’ye. Tıpkı Pazartesi gibi sonradan türetilmiş bir sözcük olarak bilinir.

“Cuma ertesi” anlamıyla cumadan sonraki gün anlamına gelmekteymiş. Kendi başına özel bir anlamı yokmuş.

Geldik Pazar gününe.

Bizim için haftanın son günü ancak çoğu toplumlarda haftanın ilk gününe.

Tahmin edebileceğimiz gibi, ticaret merkezi olarak görülebilecek ve diğer anlamdaki “Pazar”, “Pazaryeri” sözcüğünden geldiği biliniyormuş.

İlk olarak 1303 yılında Codex Cumanicus’ta “Bazar” olarak geçmekteymiş.

1680 yılında Meninski tarafından yazılan sözlükte “Bazar güni” olarak bahsedilmekteymiş.

Sözcük, Farsçadaki “Bazar”, yani “Çarşı, alışveriş edilen yer” anlamına gelen sözcükten geliyormuş.Macarcadaki “Vásár”, yani “Pazar” veya “Vásárnap” yani “Pazar günü” sözcüklerinden gelmiş olabileceği de varsayımlar arasındaymış.

Farsçada “Yedi” sayısı “Heft” dir (veya hefte). Buna göre “Yedi gün” anlamına gelen “Hafta” kelimesi de dilimize buradan geçmiş.

Kısaca “Erte” kelimesi hariç (ki o da şüpheli) hepsi başka dillerden bize gelmiş.

Biz de kullanıyoruz zaten.

Nasılsa para istemiyorlar…

ADALET

Şu sıralar sosyal medyada oldukça revaçta olan ve 1506’da İstanbul’da geçtiği anlatılan bu hikâye (ki bazıları karşı çıkıp bu hikâyenin başka toplumlara ait olduğunu söylüyorlar), bugün Cuma olması sebebiyle sayfamda yer aldı.

Belki birileri okur da “Adalet” kavramını hatırlar.

Bir tüccar 800 altın kaybeder.

Yoldan geçen bir marangoz da tesadüfen bu tüccarın çantasını bulur.

Son derece dindar olan marangoz, cüzdanı bulduğunu kimseye söylemez ve bu kadar çok para kaybının fark edilmesinin mümkün olmadığını değerlendirir ve sahibinin bu parayı arayacağını düşünür…

O zamanlar 800 altının değeri, 40 at bedeli karşılığıymış.

Bu marangoz Camiye gider.

Camideki Alim; İstanbul’a gelen tüccarın 800 altın kaybettiğini ve bulanın 100 altın ile ödüllendirileceği duyurur.

Bunun üzerine marangoz parayı getirir ve Alime teslim eder.

Tüccar da altınlarının bulunduğu sevinciyle, gelir ve çantayı alır.

Ancak marangoza, vadetmiş olduğu 100 altını ödemeyi reddeder.

Marangoza 5 altın uzatır.

Marangoz tüccara sözünü tutmasını söyler.

Açgözlü tüccar vaat ettiği 100 altını vermemek için cüzdanında 800 değil, 900 altın olduğunu iddia eder.

Marangozun çantadan para aldığını iddia eder.

Alim, marangoz için ayağa kalkarak marangozu tanıdığını ve onun dürüst bir adam olduğunu, asla böyle bir şey yapmayacağını söyler.

Tartışma kızışır.

Alim, tüccarı ve marangozu kadı huzuruna çıkarır, kadı süreci başlatır.

Tüccara, Kurân’a elini koyarak 900 altın kaybettiğine yemin etmesini söyler.

Tüccar tereddüt etmeden elini Kurân’a el basar ve yemin eder.

Kadı, marangoza 800 altın bulduğuna dair yemin etmesini söyler.

Marangoz da elini Kurân’a basarak yemin eder.

Herkes merakla kadının kararını beklemeye başlar.

Kadı her şeyin gün gibi açık olduğunu belirterek, “Marangoz 800 altın buldu ve tüccar 900 altın kaybetti. Yani marangozun bulduğu altınlar tüccarın kaybettiği altınlar değil. Dolayısıyla marangozun bulduğu para, sahibi çıkmadığına göre Marangozun kendisine aittir. Tüccar ise kaybettiği 900 altınını aramaya devam edebilir” diyerek karar verir.

Fakir bir marangozun haklarını reddeden cimri bir tüccar, adil bir kadı tarafından cezalandırılmış olur…

2000 SENE ÖNCE YAZILMIŞ

İşte cumaya uygun bir sosyal medya yazısı daha.

Hatay müzesindeki bir lahitten alınan bu söz M.S. 65 yılında vefat eden “Seneca” isimli bir düşünüre aitmiş.

Şöyle yazılmış:

Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır.

Başlayan her şey biter.

Büyük bir servet, büyük bir köleliktir.

Ölüm, bazen ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur.

Yeryüzünde gün ışığına layık olmayan nice insanlar vardır ama güneş her gün yeniden doğar.

Hayatı komedi sananlar, son espriyi iyi düşünsünler!

Yaşıyorsak, hala umut var demektir.

Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir.

Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır, yaşamın anlamını kaybetmek.

Unutmazsan senin, affetmezsen onun canı acıyacaktır. Unutma, affetmek ve unutmak sadece iyi insanların intikamıdır.

Ey hayat, senin bu kadar önemi tutulman ölüm sayesindedir.

Unutma ki, birlikte olduğun insanın geçmişini kurcalamak, onunla kurmayı düşündüğün geleceği yok etmekten başka bir şeye yaramaz.

İnsanları tanımak için onları sınamaktan korkmayın; çünkü kaybedilmesi gerekenler, en önce kaybedilmelidir.

Genciğinde bilgi ağacını dikmeyen, yaşlılığında rahatlayacağı bir gölge bulamaz.

Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.

Ölüm Her Şeyi Eşit Kılar.

TUZAK

Akbaba bir çaylağa “Uzağı görmekte benden üstün mahlûk yoktur” demiş. Çaylak: “Bunu söylemek yetmez. Gel bakalım ovanın etrafında ne görüyorsun?” diye karşılık vermiş.

Akbaba bir günlük yol tutan bir yükseklikten “İnanmazsan bak! Ovada bir buğday tanesi görüyorum” demiş.

İkisi birlikte aşağıya doğru süzülmeye başladılar. Fakat akbaba o buğday tanesinin yanına gelir gelmez, ayağına uzun bir tuzağın ipliği düğümlenivermiş.

Çaylak: “Sen düşmanın tuzağını fark edemedikten sonra, taneyi görmüşsün ne faydası var” demiş.