Geçen hafta hastaneden babası ile beraber evimize gelmişti Gülay.
Tekrar geçmiş olsun dedikten sonra ayrılmışlardı.
Annemle yaptığımız sohbette artık Gülay’ı istemeye gitmemiz gerektiği konusunda anlaşmıştık.
Yılan hikâyesine dönen bu kız isteme ve nişan işini bir an önce hayata geçirmemiz gerekiyordu.
O sabah kahveye gittiğimde benim kafa leylaydı tabi. Kendi kendime şarkılar mırıldanıyor, gayet yumuşak hareketlerle ortalığı süpürüyor, ocaktaki yedeğin altını bile bir bale sanatçısı nazikliği ile yakıyordum.
Kahveye erken gelen Serbülent Ağabey benim bu halimi görünce “Hayırdır Rüstem, hap mı içtin sen?” diye sormaktan kendisini alamadı.
Öyle ya hiç alışık değildi adam benim öyle yumuşak yumuşak davranışlar sergilememe.
“Yok be Serbülent ağabeyciğim, ne hapı?” dedim, “Benimki başımda esen kavak yelleri… Kısaca âşık oldum ben…”
Serbülent ağabey gözlerini kısarak baktı bana, yukarıdan aşağıya süzdü ve: “Ulan kerata hakikaten sen âşık olmuşsun, kim bu şanslı kızımız?” diye sorunca anlattım durumu.
“Hayırlısı olsun, Allah tamamına erdirsin. Bak kız istemeye filan gittiğinde ben geleceğim ona göre. Sana sözüm vardı…”
“Sağol abiciğim, henüz karar vermedik ama aklımdasın canım ağabeyim. Şeref duyarız.”
Serbülent ağabey İstanbul’un eski ailelerindenmiş.
O vakitler bayağı varlıklı olup, Beyoğlu’nda giyim mağazaları filan varmış.
Babası hayırsızlık yapıp, annesinden daha genç biriyle ilişkiye girince bunlar annesi ve kardeşleriyle ortada kalmışlar.
Serbülent ağabey ise hem okuyarak, hem de geceleri balıkçıların gırgır teknelerinde, meyve-sebze halinde hamallık yaparak annesine ve kardeşlerine bakmış.
Daha sonra babası vefat edince miras davası açmışlar ve kazanmışlar.
Tekrar sosyeteye geri dönmüşler ama bu hayat onlara sahte gelince bırakmışlar oraları.
Kız kardeşi bizim mahalleden biriyle evlenince, hep beraber buraya taşınmışlar. O da benim gibi annesiyle yaşıyor.
Emekli…
Beyoğlu’ndaki mağazanın kira geliriyle geçiniyorlar.
Akşam eve gidince annemle uzun uzun konuştuk.
Elimizdeki para ile neler yapabileceğimizin planlarını yaptık.
Kız tarafının isteklerini aracılar vasıtası ile öğrendik ve nihayet kız isteme adetini yerine getirmek için tarih aldık.
Annem de Serbülent Ağabeyi kabul edince mesele kalmadı.
Artık hazırdık ve kızı gidip isteyecektik.
O sabah üzerimde janti kıyafetler, elimde çiçekler, çikolatalar filan düştük yola.
Serbülent Ağabey annemin koluna girmiş, ben de yanlarında beraberce yürüyorduk.
Bizi gören bir anlam veremediğinden “Hayırdır, nereye böyle?” şeklinde sorular soruyordu.
Hepsine ayrı ayrı izah ediyorduk.
Nihayetinde Kız kapısına vardık.
Zaten kapıda karşıladılar, belli ki yolumuzu gözlüyorlardı.
Gülay’ın babası adetlere çok önem veren biriymiş meğer.
Her şeyin tam yapılması taraftarıydı.
Biz gelince kapıda beklemeyelim diye küçük kızını kapıya dikmiş, bizi gözlesin diye.
Şimdi kalmadı böyle adetler ve incelikler.
Her şey haldur-huldur gidiyor.
“Ayakkabılarınızı çıkarmasaydınız” şeklinde bir teklif gelse bile Serbülent Ağabey “Olmaz efendim, sokak ayrı ev ayrı” diyerek terlik istedi.
O saatler benim için hiç bitmedi.
Karşılıklı iltifatlar, tuzlu kahveler, derken kızı istedik; “Allah’ın emri Peygamber efendimizin kavli ile kızımız Gülay’ı, oğlumuz Rüstem’e yüksek müsaadelerinizle istiyoruz” şeklindeki cümlelerden sonra babasının, “Kızımız bizim için çok değerli, ona gözümüz gibi baktık ve kolladık. Tanıdıktan sonra sevdiğimiz ve en az bizim kadar Gülay’ımıza sahip çıkacağına inandığımız Rüstem oğlumuzun (ki artık oğlumuz olacak) isteği, Gülay kızımızın da gönül rızasıyla verdim gitti.” dedi.
Ben bir rahatladım.
Resmen ter boşandı üzerimden, heyecan başka bir şeydi bende.
Elim, ayağım titremeye başladı.
Bunu fark eden Gülay hemen davrandı ve “Rüstem iyi misin?” Diyerek yanıma geldi ve “Dur sana limonata vereyim, iyi gelir” diyerek gitti mutfağa.
Annem o ara başladı ağlamaya, sorulduğunda ise, “Babası öldükten sonra bana kaldı bu yetim Rüstem... Ona canım gibi baktım, incinmesin diye akşamlarımı sabah ettim. Şimdi Gülay kızımızın ona ilgisini görünce artık ölsem de gam yemem. Beni aratmayacağını anladım. Allah’ıma binlerce şükür ki bana böyle bir gelin bahşetti etti. Böyle bir kız evladı yetiştirdiğiniz için Allah sizden razı olsun. O artık bizim de kızımız, gözümüz gibi bakacağız ve kem gözlerden sakınacağız hiç merak etmeyin… Önce Allah’ın sonra sizin emanetiniz bize…”
Annemin bu konuşması karşısında ortalık gözyaşları ile sel oldu. Gülay herkese mendil dağıtmaktan yoruldu annem, “Kızım şu mendil kutusunu ortaya koy, anlaşılan bu yetmeyecek bize” deyince, o kasvetli hava yerini gülüşmelere bıraktı.
Serbülent Ağabeyin yüzükleri takması ile nişan işi bitmiş oldu.
Aman Allah’ım!
Artık nişanlıydım!
Ne büyük mutluluktu bu.
Her insanın başına gelebilecek en güzel şeydi bu.
Artık Gülay ile beni güzel günler bekliyordu.
TUZLU KAHVE
Bizim Ayı Rüstem’in hikayesinde Tuzlu kahve hikayesi geçince araştırıp yazayım dedim.
“Neden böyle tuzlu kahve ikram edilir?” diye.
Tuzlu kahve kültürümüzün bir parçası olan kız isteme merasimlerinin önemli bir parçası haline geldi.
Hemen hemen bütün kız isteme merasimlerinde gelin adayı, damat adayına tuzlu kahve ikram eder.
Ama çoğu kimse bu adetin sebebini bilmez.
Araştırdığımda tek bir tuzlu kahve hikayesi yerine, oldukça fazla hikaye ile karşılaştım.
Eski dönemlerde, kızı alayım, kafeye gidelim oturup konuşalım gibi bir şey mümkün değildi.
Görücü usulü hakim olduğundan damat adayının annesi, bir kız görür (veya aracılar vasıtası ile gösterilir), beğenir ve oğluna uygun görmesi durumunda, oğluyla evlendirmeye çalışırdı.
Dolayısıyla evlenecek olan kız ve erkeklerin yerine, aileler evlatlarının evlenmesine karar verir ve vesile olurdu.
Bu durumda, damat adayının annesi, kızın annesi ile aile ziyareti tertip ederdi.
Gelin adayı ise kendisiyle evlenmek amacıyla gelen erkeği, bu aile ziyaretinde görme imkânına sahip olurdu.
Bu ziyarette, aileler karşılıklı konuşup, sohbet ilerlediğinde ya erkek tarafı ya da kız tarafı gelin adayından Türk kahvesi yapmasını talep ederdi.
Kendisine talip olunan erkeği veya ailesini beğenen gelin adayı, talep edildiği gibi kahve yapardı.
Eğer kız, kendisine talip olunan erkeği beğenmemiş ise veya evlenmek istemiyorsa tuzlu kahve yapardı.
Bu tuzlu kahve bazen sadece damat adayına bazen de bütün erkek tarafına yapılırdı.
Sunulan tuzlu kahve vesilesiyle erkek tarafı, talip oldukları kızın oğullarıyla evlenmek istemediğini anlardı.
Böylece aile ziyaretindeki sohbet, kız isteme aşamasına gelmeden sonlandırılırdı.
Bir başka hikâye ise şöyledir:
Kız istemek için gelen erkek tarafı kahve yapılmasını talep eder.
Gelin adayı sadece erkeğe tuzlu kahve yapar. Eğer erkek hiç sesini çıkarmadan kahveyi içerse, bu evliliklerinde kızın taleplerini karşılayabileceği ve dayanabileceği anlamına gelir.
Aynı şekilde içemezse, karşılayamayacağı anlamına gelir.
Osmanlı’da ise tuzlu kahvenin anlamı şöyleymiş;
Bu hikaye aslında, 1884 yılında Erzincan müftülüğü, 1908 yılında Osmanlı meclisi mebus hanlığı yapmış Osman Fevzi beyin hikayesiymiş.
Eşi kendisine evlenmeden önce normal kahve yapmış olan Osman Fevzi Bey, “Ben askeriyeden gelmeyim. Askeriyeden dolayı tuzlu kahveye alışığımdır. Umarım evlendikten sonra da bana tuzlu kahve yaparsınız” demiştir.
Bunun üzerine eşi kendisine evliliği boyunca tuzlu kahve yapmıştır.
Tabi günümüzde tuzlu kahve bir tür muziplik, şaka ve eğlence haline gelmiştir...
İşte böyle tuzlu kahve hikâyeleri.
Siz de böyle bir isteme durumu yaşarsanız umarım kahveniz sade olur…
GÖBEKLİTEPE
Göbeklitepe hakkında şimdiye kadar çok şey duymuşsunuzdur. Arkeologlar tarafından bulunması ile birlikte dünya tarihinde sapmalar olduğu bir gerçek.
İnternette hakkında yazılanlardan bazılarını sizin için derledim, umarım faydalı olur.
Şanlıurfa’da yıllar önce tespit edilen Göbeklitepe sit alanı, insanlık tarihinin sıfır noktası ve medeniyetin doğduğu yer olarak adlandırıldı.
Göbeklitepe, Şanlıurfa il merkezinin kuzeydoğusunda yer alan Örencik Köyü yakınlarında, yaklaşık 300 m çapında ve 15 m yüksekliğinde geniş görüş alanına sahip bir konumda bulunmaktadır.
1994 yılında Alman arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt tarafından araştırması yapılmış ve 1995’te ilk kazılar başlamıştır.
Göbeklitepe, MÖ 10. bin yılın sonlarından MÖ 9. bin yıllarına tarihlenen bir tarih öncesi alandır.
Neolitik döneme ait olan bu yer, yeryüzündeki ilk inanç merkezi olarak nitelendirilmekte.
Bölgede yaklaşık 20 adet tapınak tespit edilmiş, şu ana kadar 6 adet tapınak gün ışığına çıkartılmış.
12 bin yıllık bu alan keşfedilmeden önce, o yıllarda insanların demir kullanmayı bilmedikleri ve çanak çömlek yapımına başlamadıkları düşünülüyordu.
Ayrıca insanlığın yerleşik hayata tarımın keşfi ile geçtiği sanılıyordu.
Oysa Göbeklitepe bu bilgiyi de değiştirdi ve insanın henüz avcı toplayıcı olduğu dönemde bile yapılar inşa ederek yerleşik düzene geçtiğini gösterdi.
Göbeklitepe’nin, yapımından 1500 yıl kadar sonra insan eli ile gömüldüğü düşünülmektedir.
Bu konu hakkında kesin bir bilgi olmasa da yapının bulunduğu yerdeki düzeltilmiş toprak tabakası, yapının doğal yollardan değil insan eli ile gömüldüğünü göstermektedir.
Bunun yapıyı korumak için mi yoksa başka bir nedenle mi yapıldığı ise bilinmemektedir.
Teoriler arasındaki en akla yatkın olanı, buranın bir yıldız gözlemevi olarak kullanıldığı, işlevini yitirince de gömüldüğü şeklindedir.
Göbeklitepe, 2018 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınmıştır.
Dünya tarihi açısından büyük önem taşıyan bu tarihi alan, Dünya Mirası Listesinde yer almaktadır.
Bölgedeki tarihi kalıntılar etrafında kazılar devam etmekte ve ayrıntılı kazıların 150 yıl süresince devam edebileceği öngörülmektedir.
Yapılan yüzey araştırmaları, Göbeklitepe’de gün yüzüne çıkarılmamış en az 15 yapı ve 200’den fazla dikilitaşın bulunduğunu göstermektedir.
Göbeklitepe’deki en dikkat çeken yapılar, T biçimindeki sütunlardır.
Boyları 3 ile 6 metre arasında değişen T biçimindeki taşların ise kolları açık insanları temsil ettiği düşünülüyor.
Bölge ilk olarak, Chicago ve İstanbul Üniversiteleri tarafından 1963'te fark edilmiş, ancak T şeklindeki taşların dışarıda kalan kısımları mezar taşı zannedilmiş, böylece bölgede kazı yapılmamış..
Sütunların üzerindeki diğer figürlerden farklı olarak tasvir edilen üç boyutlu aslan kabartması dikkat çekmektedir.
Bu figürler, Neolitik dönemde aslanların Anadolu’da yaşamış olma ihtimalini güçlendirmektedir.
Göbeklitepe’nin keşfi, yerleşik hayata tarımla değil tapınakla geçildiğinin göstergesidir.
Göbeklitepe’den önce tüm tarih kitapları, yerleşik hayata geçişin çiftçilik ve hayvancılığın ortaya çıkmasıyla gerçekleştiğini yazıyordu.
20 tonluk dev monolitler, iç içe geçmiş yuvarlaklar, çanta ve benzeri görsellerle her göreni etkileyen ve kafasında soru işaretleri bırakan bir yer olunca haliyle Göbeklitepe’yi uzaylılar ile bağdaştıranlar da oldu.
Bu konuda Taş Tepeler Projesi Koordinatörü ve Karahantepe ile Göbeklitepe Kazı Başkanı Prof. Dr. Necmi Kurul, şu açıklamayı yapmış:
“Geçmiş toplumların yeteneklerini küçümseyen ve bilim dışı spekülasyonların tipik bir örneğidir. Modern insanların, geçmişteki toplumların büyük başarılar elde edebileceğini kabul etmekte zorlanması, bu tür fantastik teorilere kapı aralamaktadır. ‘Uzaylılar yaptı’ gibi söylemler, aslında geçmiş toplumların zekâsını ve yaratıcılığını küçümsemenin bir yoludur…”
Gizem konusu ise şu haberle ispatlandı:
“Göbekli Tepe'nin düşünülenden daha karmaşık bir yapıya sahip olduğunu ve o zamanlar için imkansız olduğu düşünülen karmaşık planlama teknikleri uygulandığını gösteriyor. Göbekli Tepe'deki en eski üç taş mahfaza üzerinde yapılan çalışmalar, bu yapıların tüm mimari planının altında yatan gizli bir geometrik desen, özellikle de bir eşkenar üçgen olduğunu ortaya koydu.”
Elde edilen bulgular, şimdiye kadarki varsayımın aksine, üç mahfazadan oluşan yapının tek bir birim olarak tasarlandığını ve muhtemelen aynı zamanda inşa edildiğini gösteriyor.
Bu durumda, Göbekli Tepe'yi inşa edenlerin, tekerleğin icadından binlerce yıl önce, geometrik prensipleri anladığını ve söz konusu prensipleri inşaat planlarına uygulayabildiklerini ortaya koyuyor.
Tüm bunların nasıl olduğu, henüz yüzde 5’i kazılan bölgenin tamamı yapıldığında anlayabileceğiz…