Sanatçı olmak öyle kolay değil.

Atatürk’ün meşhur sözü bize bunun kanıtı zaten;

“Efendiler! Hepiniz mebus (milletvekili) olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız...”

.

Şimdilerde kırmızı halılarda boy göstermekle iş bitmiyor sanatçı olmak için.

Onu yaşamak lazım.

.

Aynı dinciler gibi.

Dindarlar gibi.

.

Bir kişiye baktığınızda din ile ilgili gösterişli giysiler, kendisini toplumdan farklı hissettirecek abartılı dini davranışlar sergiliyorsa o dincidir.

Ama dinini sadece kalbinde yaşıyorsa o dindardır.

.

Sanatçılar da öyle.

Giysileri, davranışları, sahip oldukları malları ortaya dökmeleri ile farklı olmaya çalışanlar ile sanatçı ruhunu kalbinde yaşayanlar arasındaki fark gibi.

.

Bu konuda takdir ettiğim bir sanatçı var. Kendisi ile bir kısa filmde oynamışlığım bile var.

Film yönetmeninin maddi imkânsızlıklar içinde olduğunu anlatması ile hiç düşünmeden İstanbul’dan kalkıp ve tek kuruş karşılık beklemeden Çanakkale’ye gelen bir sanatçıdan bahsediyorum.

.

Çoğu insanın “Kurtlar Vadisi”, son olarak da “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” dizisinde “Şahinağa” olarak tanıdığı Turgay Tanülkü…

.

Ders alınacak hayat hikâyesini muhakkak bilmelisiniz.

“Bir sanatçı nasıl olunur?” şeklindeki sorunun cevabı burada gizli çünkü.

.

1980’li yıllarda siyasi nedenlerle 18 yaşında o tarihlerde oldukça meşhur olan “Ulucanlar Cezaevi” ne girmiş.

Burada uzun dönem çocuğu olamayacak kadar ağır işkenceler görmüş biri olarak 26 yaşında çıkmış.

.

Ama o, “Ben geri döneceğim buraya!” diye bir söz vermiş kendine ve bundan sonraki hayatını cezaevlerindeki mahkûmları tiyatroyla buluşturmaya adamış.

.

Üstelik sadece mahkûmların değil, onların çocuklarının da hayatlarına umut olmuş.

14’ünü cezaevinden aldığı 23 evlada sahip çıkmış, baba olmuş.

O evlatların çoğu üniversiteyi onun sayesinde bitirip hayata atılmış.

Hatta içlerinden biri, hukuk okuyup savcı olmuş.

.

Cezaevine girdiğinde liseyi bitirmiş ve hukuk fakültesini, aynı zamanda da konservatuar sınavlarını kazanmış.

Yıllar sonra suçu olmadığı anlaşılmış.

Tam sekiz güzel yılı cezaevinde sıkıntılarla geçmiş.

.

Cezaevindeyken gardiyan eşliğinde okula gidip gelebiliyormuş. Böylece okulu bitirmiş.

.

Cezaevinden çıktıktan sonra mahkûmlarla gönüllü olarak tiyatro yapmaya başlamış.

Gönüllü olunca idarenin de işine gelmiş. Mahkûmlardan bir grup oluşturmuş ve ilk oyunu o zaman sahneye koymuş.

.

Mahkûmlar oynar, aileleri izlemeye gelirmiş. Çocuklar babasını, annesini seyretmeye gelirmiş. Oyun biter, misafirler gider, o koca koca adamlar sahneden iner, ailesinin oturduğu koltukları koklarlarmış.

.

Çocuğumun olmayacağını bilen eşim sağ olsun kader deyip kabullenmişti.

.

Çocukların mutluluklarını gören Tanülkü, onlara para vermek yerine kendi evlerinde okutmaya başlamış. Erzaklarını almış, kiralarını ödemiş.

O zamanlar TRT'de Ferhunde Hanımlar dizisinde oynuyormuş ama geliri yetmiyormuş tabi. O da bu masrafların altından kalkabilmek için naylon torba satmış, Ankara OSTİM'de bir çay ocağı açmış.

Eşiyle konuşarak çocukları eve almaya karar vermişler ve böylece sürüp gimiş.

Onlarca insanın hayatına dokunmuş.

Hikaye daha çok uzun, anlatmakla bitmez.

Ama bize verdiği hayat dersi kısa.

Ondan ders çıkarabilenlere…

 

KÂĞITLAR

Eskiden panayırlarda görürdük üçkâğıtçıları.

Aslında İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde de varmış sokaklarda.

.

Tahta bir kasanın üzerine gazete kâğıdı serilir ve üçkâğıtçı elindeki 3 tane As’tan (yani birliden) “Karo” olanının bulunmasını “Bul karoyu, al parayı” şeklinde isterdi.

.

Önünüze düşen üç iskambil kâğıdından Karo’yu bulduğunuzda, ortaya koyduğunuz para kadar para alırdınız.

.

Ancak üçkâğıdı yapan adamın eli o kadar çabuktu ki, karoyu bulmak çok zordu.

“El çabukluğu marifet” şeklinde yapardı oyunu.

Daha sonra deyim haline gelen bu üçkâğıtçılık; “Dolandırıcı, Dolapçı, Düzenci, Hileci” olarak anılmış.

.

Gelişen çağımızda değer yargıları törpülenince Üçkâğıtçılık insanlar için neredeyse gurur kaynağı olmuş.

.

Altında son model arabası, 3 kat evi, oldukça geniş işi olanlar için “Ulan bu var ya bu… Ne üçkâğıtçı biliyor musun? Helal olsun” denmeye başlandı.

.

Eskiden sadece kişileri soymaya yönelik bu “Üçkâğıtçılık”, günümüzde doruk noktaya ulaşarak “Devleti soymaya kadar” büyüdü, genişledi.

Kanıksandı, normal hale geldi…

.

Ama benim konum bu değil.

Çünkü İskambil kâğıtlarıyla ilgili merak edileni aktarmak istedim aslında.

.

Nereden gelmiş?

Kim bulmuş?

.

İskambil kâğıtları ilk ortaya çıktığında eğlence için tercih edilse de daha sonra kumar oynamak maksadı ile sık sık kullanılmaya başlandı.

.

Oyun kartlarının 7.yüzyılda özellikle Çin ve Hindistan’da kullanıldığı biliniyormuş.

İskambil kâğıtlarını dünyaya ilk tanıtan kişi ise Marco Polo’ymuş. Daha sonra 14. yüzyılda Fransa’da oynamaya başlanması ile beraber bütün dünyada bilinen bir hale gelmiş.

52 karttan oluşan iskambil destesinde 13’lü karttan oluşan Kupa, Karo, Maça ve Sinek olmak üzere dört farklı grup bulunuyor.

Her grupta 1-10 arasındaki sayıların yanı sıra vale, kız ve papaz vardır.

.

İskambil kağıtlarında yonca olarak gösterilen Sinek kağıdı köylüleri temsil eder. Sınıfı yüzünden, iskambilde bulunan en değersiz kartlardan biridir.

.

14. yüzyılda Fransa taraflarında sıkça kullanılan mızrak ucundan yola çıkılarak Maça kağıdı tasarlanmış.

Maçanın anlamı ise ordu olarak geçer.

Kupa asil sınıfı temsil eder ve en değerli gruptur.

Karo kartı ise orta sınıfı temsil eden kağıtlardan biridir.

.

Vale kartı bilinen komutanları temsil eder. Kız kartı ise kraliçe olarak bilinir bu kart ise tarihteki önemli kadınları ve tanrıçaları temsil eder.

Papaz kartı ise kral olarak geçer.

.

Sinek Valesi Büyük İskender’i,

Maça valesi Ogier The Dane’i,

Kupa valesi La Hire’i

Karo valesi ise Julius Sezar’ı temsil edermiş.

.

Sinek kızı Argeia’ı,

Maça kızı Athena’yı,

Kupa kızı Judith’i,

Karo kızı ise Rachel’i temsil edermiş.

.

Sinek papazı Sir Lancelot’u,

Maça papazı Hz. Davud’u,

Kupa papazı Fransa Kralı VII. Charles’ı,

Karo papazı ise Jül Sezar’ı temsil edermiş…

 

MÜDÜR

Şu yazacaklarıma kimse kusura bakmasın.

Zira haberi duyunca önce inanamadım.

Sonra dedim ki; “Bu iktidarın yönettiği ülkede her şey olur…”

.

Haber şu;

Eski adı olan Çanakkale Endüstri Meslek Lisesi’ne (ki onu bile değiştirip Çanakkale Mesleki ve Anadolu Teknik Lisesi yapmışlardı) yeni müdür atandı.

.

Teknik öğretmen olması istenen müdürümüz, resim öğretmeni.

Bir teknik lise çıkışlı olarak şahsına saygım sonsuzdur, nihayetinde bir öğretmendir, önünde saygı ile eğiliriz.

.

Ama;

Bu öğretmenimizi, buraya atayanlara ne demeli?

Bir teknik liseye hem de…

.

Ey iktidardakiler!

Ülkede el atmadığınız, kurcalamadığınız yer kalmamışken, her şeyi birbirine katmışken, hele mesleki okulların canına okumuşken bu atamayı yapmanız gayet normal.

.

Ben müdürümüze görevinde başarılar diliyorum, inşallah gerekli uyumu sağlayıp okulumuzun eğitim-öğretim seviyesini en üst seviyelere çıkarır.

.

Meşhur bir laf vardır;

Padişaha: “Kaç tane dostunuz var?” diye sormuşlar, o da “Tahttan inince belli olur” demiş.

Siz iktidardan düşünce ne kadar dostunuz olacak merak ediyorum…

 

BALIK MI?

Norveç'te sadece 6400 balıkçı teknesi var, 150 ülkeye balık ihracatı yapıyor.

.

Türkiye'de 16.450 balıkçı teknesi var, 100 ülkeden balık ithal ediyor.

.

Buna bir anlam veremedim ve yüklendim internete.

.

Sordum;

Türkiye’nin balık ihracatı ve ithalatı ne kadar? Diye.

.

Aldığım sonuç şu:

“Türkiye İstatistik Kurumu ile Ticaret Bakanlığı iş birliğiyle genel ticaret sistemi kapsamında üretilen geçici dış ticaret verilerine göre;

İhracat 2024 yılı Ocak ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre %3,5 artarak 19 milyar 991 milyon dolar olmuş.

İthalat %22,0 azalarak 26 milyar 218 milyon dolar olmuş.

.

Tabloya bakınca “Azaldığı buysa?” Demek lazım.

.

Buradan şu sonuç çıkar mı?

Etrafı denizlerle çevrili ülkede balık ithalatı, ihracatından fazlaysa;

Ya denizlerde balık yok,

Ya da bu işi bilmiyoruz…

 

KİM NE YERSE?

Adam sosyal medyada açmış ağzını, yummuş gözünü anlatıyor;

Müslüman ülke liderlerinin bir araya geldiklerinde hiç bir şey yapmadıklarını ve sadece kınamakla yetindiklerini gören bir âlim şöyle demiş:

“Araplar deveyi yediler;

Ondan kini ve kıskançlığı aldılar,

Türkler atı yediler;

Ondan sertliği ve kuvveti aldılar”,

Batılılar domuzu yediler;

Ondan pisliği ve deyyusluğu aldılar,

Afrikalılar ise maymunu yediler;

Ondan neşeyi aldılar…

Her kim hangi hayvanı yediyse ona benzedi…”

Biz ise bu dönemde tavuk yemeği çoğalttık.

Bundan dolayı tavuk gibi korkak olduk.

Zalime boyun eğdik.

Gökyüzünde uçacakmış gibi kanatlarımıza bakıp böbürlendik,

Ancak; sadece pahalı yemler yiyip sahiplerimize yumurtalar verdik.

İşimiz bitince bizi kesip yiyecekler.

Ve o zaman biz yine şu anda yaptığımız şeyi yapacağız;

Sadece gıdaklamakla yetineceğiz.

 

ÖDÜL VE CEZA

Çinlinin biri bu kerpiç evi yapmak için 10 yıl harcamış.

Evde 7 kat bulunuyor ve balkona spral merdivenle çıkılıyor.

Ayrıca çatıda da bahçesi bulunuyormuş.

.

İlk bakışta insan,

Hayret etmeden alamıyor kendini.

Bu Çinliye saygı duyuyor.

Ve hemen oracıkta kendisine bir ödül vermek itiyor.

.

Ama adam 10 yılını vermiş bu ev için ve büyük ihtimal ilk kuvvetli rüzgârda veya yağışta ev yerle bir olacak belli.

.

O halde ödül sonrası eşek sudan gelinceye kadar da dövmek istiyor; “10 yılını boşa harcadın” diye.