Geçen haftadan unutmadıysanız biliyorsunuz sanırım.

Hani düğün olmuştu.

Leyla Teyze’yi gelin arabasına almıştık.

Benim hatun çok kızmıştı.

Gerdek gecesini sabaha kadar kavga ederek geçirmiştik.

Hayatımın kadınların kaprislerini çekerek geçireceğimi o an anlamıştım.

Sabaha doğru sızıp, öğleye doğru uyandığımda otel odasında Gülay yoktu.

Oraya bak, buraya bak odada olmadığı kesindi.

Hemen giyinip lobiye indim.

Sağa sola baktım yoktu.

Kahvaltı salonuna baktım, yalnız başına pencere yanındaki masada oturuyordu.

Yavaşça yaklaştım yanına ve gözlerini arkadan kapatarak, “Bil bakalım ben kimim?” dedim.

Bu arada, gecenin kızgınlığını atıp atmadığını bilmiyorum ve bana nasıl davranacağını da kestiremiyorum tabi.

Ellerimi tuttu ve gayet yumuşak bir sesle, “Kim olacak elbette ki hayattaki tek aşkım Rüstem!” dedi, hemen ayağa kalktı ve bana dönüp boynuma sarıldı:

-“Çok özür dilerim. Gereksiz şeklide tatsızlık çıkardım seni en mutlu gününde üzdüm. Lütfen beni affet!”

O an mutluluktan bayılacaktım.

-“Gülaycığım sen beni affet. Ben de gereksiz şekilde senin en mutlu gününde arabaya Leyla Teyze’yi alarak seni üzdüm…”

-“Rüstemciğim, senin bu iri cüssene rağmen ne kadar naif, ne kadar duygusal olduğunu elbette biliyorum. Sen karıncayı incitemeyecek kadar hassassın. O sebeple Leyla Teyzeyi gelin arabamıza alman senin açından gayet doğru bir yaklaşımdı. Benim bunlara alışmam lazım galiba. Canım kocacığım boş verelim bunları da şöyle güzel bir kahvaltı yapalım…”

O sırada yanımıza gelen garson “Kahvaltı servisinin saat 11.00’de bittiğini” söyledi ve “Neredeyse öğle yemeği servisine başlayacağız. İsterseniz bekleyin yemek servisi yapalım” dedi.

“Evladım” dedim garsona, “Bu bizim evliliğimizin ilk kahvaltısı o sebeple bizim kahvaltı yapmamız lazım” diyerek Gülay’a döndüm, “Kalk Gülay gidiyoruz bizim Naim’in piknik yerine. Orada bize yumurta kırsa yeter…”

İşte böyle…

Bizim evlilik piknik yerinde kahvaltı ile başladı, akşam ise bir balıkçı lokantasında son buldu.

Gülay birden sinirlenen, o an ne yaptığını bilmeyen ama sonra yaptığına pişman olan bir kadındı.

Bunu çabuk öğrendiğim iyi olmuştu.

Bana hiç karışmazdı ama tek kusuru biraz tutumlu olmasıydı.

Harcamalarıma çok karışıyordu.

Her aldığım şeyin fiyatını soruyor, her defasında daha ucuz alabileceğim bir yeri illa söylüyordu.

Ne yapalım, tutumluluktan zarar gelmezdi tabi ama aşırısı bazen çekilmez oluyordu.

Ne diyelim “Her güzelin bir kusuru vardır” derler, bizimkinin de buydu kusuru…

DÜNYANIN EN ZEKİ İNSANI KİM?

Böyle bir soru sorulsa çoğumuzu tabi ki Einstein (Aynştayn) derdik.

Zira bildiğimiz bu.

Meğer dünyanın en zekisi William James Sidis miş.

1898-1944 yılları arasında hepi topu 46 yıl yaşamış olan ve dünyanın gelmiş geçmiş en zeki insanı olduğu iddia edilen William James Sidis’in IQ seviyesi ölçülemez değerdeymiş. (250-300 arasında olduğu kabul edilmiş.)

Öyle ya, en zeki insanın IQ’sunu ölçmek için daha zeki olmak gerekmez mi acaba?

Rus Yahudisi muhacir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş.

6 aylıkken alfabeyi çözmüş,

18 aylıkken New York Times okuru olmuş,

2 yaşında Latince’yi,

3 yaşında Yunanca’yı öğrenmiş,

Anatomi üzerine denemeler yazdığında 4 yaşındaymış,

8 yaşına gelmeden önce İngilizce, Latince, Yunanca, Rusça, İbranice, Fransızca ve Almanca’yı öğrenmiş.

.

İlkokul çağı geldiğinde ise Vindergood adıyla andığı bir de dil geliştirmiş.

İlkokulda;

1. sınıfı 1 günde,

2. sınıfı bir kaç günde,

3. sınıfı 3 ayda,

4. sınıfı bir haftada,

5. sınıfı 15 haftada,

6 ve 7. Sınıfları ise beş buçuk hafta gibi kısa bir sürede bitirmiş.

11 yaşında Harvard’a kabul edilmiş.

Aynı sene Harvard’da profesörlere 4 boyutlu objeler hakkında ders vermeye başlamış.

16 yaşında Harvard Hukuk Fakültesine geçmiş.

20 yaşına gelince de sosyalist/komünist eylemlere, mitinglere katıldığından hapse girmiş.

Sidis’in bir günde bir dili öğrenebildiği ve ertesi gün diğer bildiği diller ile çapraz mukayese ve tercüme yapabilir hale geldiği de iddialar arasındadır.

Kendisi bu bir günde dil öğrenme hadisesi sebebiyle ölümüne dek bilinen ve öğrenilebilen bütün dilleri öğrenmiş, hatta bir iki adım ileri gidip diller uydurmaya başlamış.

Babası Boris Sidis, Harvard Üniversitesi’nde psikoloji ve psikiyatri eğitimi veriyormuş, pek çok da kitabı varmış.

Annesi Sarah Sidis bir tıp doktoruymuş.

Bütün bu zekâ dolu hayatına ve olanaklara rağmen Sidis, bekleneni verememiş, bir iki kitap, çok kayda değmeyen bir akademik hayat ile silinip gitmiş.

Aslında dünyaca ünlü harika çocuk olarak anılması gereken, ama “Umutları boşa çıkartan” kişi olmuş.

Evet, bir baltaya sap olamamış.

Ama bunun nedeni William değil, ondan yararlanmaya çalışan ailesi ve göçtüğü yerdeki insanlar ya da medya olmuş.

Sidis, haftada 20 Dolar getiren bir işte kâtip olarak hayatını kazanan, dedektif romanları okumaktan ve Amerikan yerlilerinin ritüellerine merak sarmaktan başka pek bir şeyle ilgilenmeyen bir insan olarak kalmış.

Ne ilginç değil mi?

Dünyanın en zekisin ama işe yaramıyorsun.

Aslında dünyada yalnızlığı hissedip hayata küsmüş bence.

Zira arkadaşları ile konuşurken, onların ne diyeceğini 10 kelime önceden kestirmesi hayata olan heyecanını yitirmesine sebep olmuştur.

Sohbet edeceği zekâ, oyun oynayacağı bir kimse olmadığından yalnızlık sendromu yaşamış olabilir.

Nihayetinde normal insan dışında sayıldığından yarı engelli olarak da saymıştır kendisini.

Bilinmez ama belki de tek isteği “Normal zekâlı bir insan olmaktı”

Kim bilir?

VENEDİK TEMİZLİĞİ

1956 yılında İtalya'nın Venedik kentinde, şehrin ünlü kanallarının yüzyıllardır ilk kez kurutulup temizlenmesiyle olağanüstü bir olay gerçekleşmiş.

Bu dikkat çekici girişim "Svolte di Popolazio" ya da “Halk Devrimi” olarak adlandırılmış ve Venedik'in tarihi suyollarının sağlık ve altyapısını iyileştirmeye yönelik büyük bir sivil proje olmuş.

Yüzyıllar boyunca Venedik kanallarının alüvyon, enkaz ve atık katmanları birikmesi sonucu, sağlıksız koşullara yol açması, şehrin mimari mirasına tehdit oluşturmuş.

Kanalların boşaltılması ve temizlenmesi kararı için bir karar alınmış.

Suyollarının eski ihtişamına kavuşması ve Venedik'in eşsiz kültürel ve tarihi kimliğini korumak için kollar sıvanmış.

Kanalların boşaltılması ve temizlenmesi, mühendis, işçi ve gönüllülerden oluşan bir ekip tarafından özenle planlama, koordinasyon ve yoğun çalışma gerektiriyormuş.

Su kanallardan pompalanarak çamurlu dip ve yüzeyin altındaki gizli hazinelere, kayıp eserlere, batmış teknelere ve asırlık yapılara ulaşılmış.

Kanallardaki suyun boşaltılmasıyla birlikte temizlik ekipleri yıllardır biriken tonlarca tortu, enkaz ve çöpü kaldırmak için yoğun bir çalışmaya başlamışlar.

Süreç, döküntü katmanlarını kaldırmak ve suyollarını orijinal derinliğine ve berraklığına kavuşturmak için kanalları taramak, ovalamak ve kazmak içeriyormuş.

1956 yılında kanalların boşaltılması ve temizlenmesi Venedikliler ile ziyaretçilerin dikkatini ve hayranlığını çeken muazzam bir çaba olmuş.

Proje, kanalların sağlık ve estetik cazibesini geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda Venedik'in eşsiz mirasının ve mimari harikalarının korunması ile gelecek nesillere önemli bir aktarım sağlamış.

Etkinlik, vatandaşlık gururunu, toplum çabasını ve Venedik'in kültürel mirasının korunmasına olan bağlılığı simgeliyordu.

1956 yılında kanalların boşaltılması ve temizlenmesi, Venedik'in ikonik suyollarının dayanıklılığını, hünerini ve kalıcı güzelliğini sergileyen şehir tarihinde tarihi bir an olmaya devam etmiş.

GERÇEKLER ACIDIR

“Gerçekler acıdır, öyleyse acı biber gerçektir” gibi soğuk espriler yapardık.

Bizim zamanımız böyleydi.

Ama bazı gerçekler acı olmasa da aklımızı başımızdan alacak kadar değişiktir.

Nedir bunlar?

İşte bir kaçı:

*Bir bulut yaklaşık bir milyon ton ağırlığındaymış.

İnanılması güç ama doğru.

Şöyle açıklanıyor:

Bir bulutun hacmi genellikle yaklaşık 1km3'tür ve yoğunluğu ise m3 başına yaklaşık 1.003 kg’dır. (Bu, onu çevreleyen havadan yaklaşık %0.4 daha düşük bir yoğunluktur. Bu sayede havada gezebiliyorlar.)

*Dünya'nın dönüşü hız değiştiriyor. Aslında yavaşlıyor.

Bu, ortalama olarak bir günün uzunluğunun her yüzyılda yaklaşık 1,8 saniye arttığı anlamına geliyor.

Bu hesaba göre 600 milyon yıl önce bir gün sadece 21 saat sürüyordu.

O halde yine başka bir hesaba göre de;

Biz 600 milyon yıl önce yaşasaydık, gün 21 saate göre hesaplanacaktı ve biz daha az çalışacaktık.

*Su ıslak mıdır?

Aslında su ıslak olmayabilir.

Bunun nedeni, çoğu bilim insanı ıslaklığı; “Bir sıvının katı bir yüzeyle temasını sürdürme yeteneği olarak tanımlar.”

Yani suyun kendisi ıslak değildir, ancak diğer nesneleri ıslak hale getirebilir.

O halde bir soru geliyor akla;

Su ıslak olduğu için mi ıslatır?

Yoksa ıslattığı için mi ıslaktır?

*Kravat takmak insana zarar verir mi?

Evet, kravat takmak beyne giden kan akışını %7,5 oranında azaltabilirmiş.

2018'de yapılan bir araştırmada, kravat takmanın beynimize giden kan akışını %7,5'e kadar azaltabileceğini, bunun da baş dönmesi, mide bulantısı ve baş ağrısına neden olabileceği bulunmuş.

Ayrıca çok sıkı takıldığında gözlerdeki basıncı artırabilir ve mikrop taşımada harika bir neden olabilirmiş…

Lisedeyken hep demişimdir; “Biz bu kravatı neden takıyoruz” diye.

Meğer bir bildiğim varmış…

*Uzun kelimelerden korkmaya “Hippopotomonstrosesquippedaliophobia” denirmiş.

36 harfli kelime ilk olarak MÖ 1. yüzyılda Romalı şair Horace tarafından uzun kelimelere karşı mantıksız bir eğilimi olan yazarları eleştirmek için kullanılmış.

Muhtemelen kendi soyadından korkan Amerikalı şair Aimee Nezheukumatathil, 2000 yılında bildiğimiz şekliyle bu terimi ortaya atmış.

İnsanın korkmayası varsa bile bu kelimeyi telaffuz etmek için uğraşırken fobisi oluşur.

Siz siz olun sakın telaffuza kalkmayın.

*Dünya haritalarının çoğu yanlışmış.

Çoğu haritada, ilk olarak 1569'da geliştirilen Mercator projeksiyonu hala kullanılıyormuş.

Bu yöntem son derece yanlışmış.

Çünkü Alaska'yı Brezilya kadar büyük ve Grönland'ı gerçekte olduğundan 14 kat daha büyük gösteriyormuş.

Bir haritanın tamamen doğru olması için, düz değil, gerçek boyutlarda ve yuvarlak olması gerekirmiş.

Duvara yuvarlak bir dünya asamayacağımıza göre;

“Gülü seven dikenine katlanır” deyip geçeceğiz.

Siz yine de haritalara pek güvenmeyin.

*Kırmızı forma giyen futbol takımları daha iyi oynarmış.

Giysilerinizin rengi, başkaları tarafından nasıl algılandığınızı etkileyebilir ve nasıl hissettiğinizi değiştirebilir.

Örneğin, son 55 yıldaki futbol maçlarının incelenmesi, kırmızı forma giyen takımların iç saha maçlarında diğer renklerdeki takımlardan sürekli olarak daha iyi oynadığını göstermiş.

Ben her zaman Beşiktaş’ın kırmızı formayla sahaya çıkmasını istedim.

Malum olmuş galiba…