Bizim Saliha’yı hatırlarsınız.

Hani Niksar’daki akrabamızın kız.

Hukuk Fakültesinde okumak için gelmişti, bir müddet bizde kaldıktan sonra yurda yerleşmişti.

Aslında uyanık kızdı ama burası büyük şehirdi.

Kasabalara benzemezdi.

Anlaştığımız gibi zaman zaman beni arıyor, günlük yaşantısını anlatıyordu.

Yine haftasonları gelip annemde kalıyordu.

Evliliğim ise yoluna girmiş, eşim Gülay’ın aşırı tutumluluğu haricinde bir problem yaşamıyordum.

Artık kahveye adapte olma zamanı da gelmişti zaten.

Zira yanımda çalışan çocuklar okulları dolayısı ile işi bırakmışlardı.

Başkaca çalışanım yoktu ocakçımdan başka tabi.

Ben sabahtan akşama kadar kahvedeydim.

Çok yoruluyordum.

Bir çalışan istiyordum aslında ama maliyetler tavan yapmıştı.

Çaya zam yapmama konusunda ne kadar ısrar etsem de, çalışan birini alacaksam mecburdum.

Etrafa haber saldım “Eleman alacağım” diye.

Ama bu devirde çalışacak adam nerde?

Ortada kimse yok.

Birkaç yabancı uyruklu gelse de ben tercih etmedim.

Kolay kolay kimseye güvenmem ama güvendim mi de sonuna kadar devam ederim.

O gün sabah kahveyi açmaya gittiğimde oradaki sandalyeye oturmuş bir genç bekliyordu.

Takım elbiseli ama içindeki gömlek ekoseliydi.

Kravat yoktu ama gömleğinin en üst düğmesi kapalıydı.

Havalar sabahları soğuk olduğundan biraz üşür gibiydi.

Geldiğimi görünce ayağa kalktı ve “Selamun aleyküm” dedi.

“Aleyküm selam” diyerek açtım kahveyi bir yandanda “Hayrola birader?” diye sordum, “Sabah sabah çok çay istedi gönlün galiba” dedim.

“Yok ağabey, iş için geldim di…” dedi sessizce.

“Gel o halde içeri, üşümüşsün”

Ben kahveyi havalandırmak için açtım pencereleri tabi.

Gidip yedeğin altını yaktım.

O da beni alıcı gözüyle takip ediyordu.

-“Geç” dedim “köşeye doğru geç ki, üşümeyesin…”

Oturdum yanına.

-“De bakalım evlat, ismin nedir? Sonra anlat hele nedir derdin?”

-“Ağabey” dedi, “Adım Hayrullah… 20 yaşındayım, Afyon Dinar’lıyım. Buraya okumaya gelim. Ancak durumumuz pek müsait değil, çalışmam lazımdı. Uzaktan akrabamız olan Sait amcaların yanına ziyarete gelmiştim, onlar dedi ‘Bizim kahveci eleman arıyor’ diye…”

-“Demek Sait amcaların akrabasısın. Doğru ya onlar da Dinarlıydı. Tamam iş var doğru… Ama nasıl çalışacaksın? İşi biliyor musun? Hem okul, hem iş nasıl olacak?”

Açıkladı delikanlı;

-“Saat 18’den sonra her gün olmak üzere çalışabileceğim. Ancak haftada iki günüm de boş. Hafta sonları da var.”

-“Haftada 3 gün gündüz yoksun yani?”

-“Evet…”

Delikanlı öylesine masum duruyordu ki, içim acıdı.

-“Evladım tamam idare ederiz ama sen hem çalışıp, hem derslerin nasıl olacak?”

-“Ben o kısmını hallederim merak etmeyin” dedi. “İşim olsun, memleketteki babama fazla yük olmasam yeter.”

-“Anlaşıldı” dedim, “Peki işi biliyor musun?” diye sordum.

-“Memlekette yaz aylarında çalışıyorum mahalle kahvesinde zaten.”

-“İyi o zaman hemen işe başla diyeceğim ama asgari ücretten fazlasını veremem ona göre.”

-“Ona da şükür ağabey, yeter bana zaten…”

-“Gel o zaman sana yapacaklarını anlatayım…”

Hayrullah kahvede çalışmaya başladı.

Ben de çaylara mecburiyet zammı yaptım.

Satışlar düştü.

“Masaya benden çay” deme âdeti bitti.

Herkes Alman usulüne döndü.

Allah’tan kira vermiyordum da kurtarıyordum, yoksa işin içinden çıkılacak gibi değildi.

Hayrullah’tan memnundum.

İşine sadık biriydi.

Okulu olmadığı zamanlar erkenden geliyor, gece geç saatlere kadar kalıyordu kahvede.

Kendisine “Evlat bugün sabahtan beri buradasın yorulmuşsundur, haydi git dinlen. Yarın okulun var” desem de “Olmaz ağabey, vaktim dolmadı daha, para haram olur” diyordu.

“Evladım ben izin veriyorum, ne haramı?” dememe rağmen, “Olmaz içim rahat etmez” diye cevaplıyordu beni.

Hatta namaz kılarken geçirdiği zamanı bile çalışma saatinin sonuna ekliyor, fazladan çalışıyordu “Hak geçmesin!” diye.

Bu devirde böyle bir genç, helal olsundu.

Zaten abdestli, namazlı olmasından belliydi dürüst olduğu.

Hoş şimdilerde camiden çıkmayan üçkâğıtçı dolu memleket, o ayrı.

Ben gönül rahatlığı ile kahveyi kendisine teslim ediyordum.

İçim rahattı yani…

ERKEĞİSEN

Bir kamyonun çarpmasıyla yaralanmış olan çiftçi Mehmet amca, kazadan sorumlu tuttuğu taşıma şirketine dava açmış.

Mahkeme salonunda şirketin avukatı ile Mehmet Amca karşı karşıya gelmişler, avukat sormuş kendisine:

-“Amca sen kazadan sonra gelen polis memuruna ‘ben çok iyiyim’ demedin mi?”

-“Demesine dedim de, neden dedim anlatıvereyim evladım… Şimdi bak ben bizim garagaçanı gasabada satışa götürmek üzere gamyonetime bindirmiştim ki...”

-“Bırak amca şimdi ayrıntıları, sen sadece soruma yanıt ver: Sen, kazadan hemen sonra gelen polis memuruna ‘ben çok iyiyim’ dedin mi, demedin mi?”

-“Evladım anlatıyom ya… Ben eşeği gamyonete yüklemiş, yola çıkmıştım ki...”

Avukat tekrar amcanın sözünü keserek hâkime döner:

-“Sayın hâkim, size olayın tam olarak nasıl gerçekleştiğini davacının kendi ifadesi ile almaya çalışıyorum ama soruma yanıt vermiyor. Bu amca, kazadan hemen sonra olay yerine ulaşan polis memuruna ifadesinde ‘çok iyi’ olduğunu söylemiş ve bu beyanı kayıtlara geçmiş. Şimdi, aradan kaç hafta sonra müvekkilime dava açmış. Ben bu davada, amcanın mahkemeyi yanıltmaya çalıştığına inanıyorum. Lütfen, sadece soruya yanıt vermesini kendisine söyler misiniz?”

Hâkim çiftçinin hikâyesini dinlemek istemiş:

-“Eşek hakkında söyleyeceklerini merak ettim aslında; Bırakalım da anlatsın...”

Amca hâkime teşekkür ederek anlatmasına devam etmiş:

-“İşte dediğim gibi sayın hakim bey, tam eşeğimi gamyonetime bindirmiş şehre doğru gidiyodum ki, bu şirkete ait gocuman bi gamyon, ‘dur’ tabelasına aldırmadan üzerime sürdü ve bize çarptı. Ben yolun bi yanına fırladım, Garagaçan bi yana... Nasıl götüyüm anlatamam... Gıpırdanamıyom sancıdan... Öte yanda Garagaçan bi anırıyo, bi anırıyokine, ortalık inliyo. Derkene bi pulis memuru gelivedi, Garagaçanın sesini duymasile önce ona doru getti, eğildi, bahtı, tabancasına davrandı, alnının göbeenden Garagaçanımı vurmasın mı? Sonacıma, yolun garşı tarafına geçti, bana doru geldi: ‘Eşeğin hali berbattı, vurmak zorunda galdım, sen nassın?’ deyin sordu… Hadi erkeğisen kötüyüm de...”

ISAAC ASİMOV

Ordudayken, IQ testine tabi tutulmuştuk, normal sonuç olan 100 üzerinden 160 aldığım zaman epey yaygara kopmuştu. (bunun mutfakta bulaşık yıkama görevime bir katkısı olmadı tabi)

Koltuklarım kabarmıştı.

Genç bir adamken bu skorla ve zeki olmamla övündüğümü de itiraf ederim.

Gerçekte ise, ben yalnızca benimle aynı entelektüel ölçülerde insanların hazırladığı akademik testte iyi netice almıştım.

Bu sonuç benim başkalarından üstün ve başarılı olacağımın ve her zaman doğruyu yapıp bileceğimin garantisi değildi.

Örnek olarak, muhtemelen bu testlerin hiçbirinde 80'den yukarı bir sonuç alamayacak bir oto tamircim vardı.

Çok zeki olmaması umurumda bile değildi. Ne zaman arabamda bir arıza olsa ona götürür, arabamı tamir ettiğini görür ve ona güvenirdim. 

Yani benim girdiğim testleri bu adam ya da bir çiftçi, bir ayakkabı ustası, elleri ile çalışan birileri tasarlasa idi, benim bir moron olduğumun kanıtlanacağı şüphesizdi.

Benim üstün zekâm, sadece içinde yaşadığım topluluğun küçük bir alt grubunun değerlendirmesine dayanıyor.

Fıkralar anlatmaya bayılan oto tamircim bir gün kaportamın içinden kafasını uzatarak, “Hocam, sağır dilsiz bir adam nalbura girer. Birkaç tane çiviye ihtiyacı vardır ve iki parmağını dik bir şekilde masanın üzerine koyarak üzerlerine çekiçle vuruyormuş gibi yapar. Nalbur önce bir çekiç verir. Adam başı ile ‘hayır’ işareti yapar ve dik duran iki parmağını gösterir. Tabi bu sefer nalbur ona çivileri verir”

Bir derin nefes aldı ve gülerek sordu;

“Peki hocam sence  kör bir adam nalbura bir makas istediğini nasıl anlatır?”

Elimi kaldırdım ve parmaklarımla makasla kesme işareti yaptım.

Tamirci kahkahalarla gülmeye başladı ve “Hocam, adam sadece kör. Dilsiz değil ki. Neden doğru düzgün konuşarak makasa ihtiyacı olduğunu söylemesin ki?”

Utandığımı itiraf edeyim.

Tamirci utancımı görünce;

“Üzülme be hoca, ben kimin doğru cevabı bilip kimin de yanlış yanıt vereceğini hep bilirim. Senin de kesinlikle yanılacağına emindim.”

“Buna nasıl emin oldun?” diye kekeledim ve gelen “Çünkü o kadar fazla eğitilmişsin ki akıllı olamayacağını anlamıştım” cevabı karşısında şaşkınlığım bir kat daha arttı.

Biliyor musunuz, haklıydı!

Ama yine de başkasının sizi yönlendirmesine izin vermeyin.

O zaman siz, siz olmazsınız…

Asimov kimdir?

Boston Üniversitesi’nde biyokimya profesörlüğü yapmış Amerikalı yazar ve biyokimyager. Daha çok bilimkurgu ve popüler bilim yazarlığı yapması ile tanındı. Hayatı boyunca 500’den fazla kitap 90.000 kartpostal yazdı ve üretkenliği ile bilinirdi.

GERÇEK ÖĞRETMEN

Çankaya’daki küçük okulda okuyan kızların bilgilerini yoklayan Gazi, iyi yetişmediklerini görmüş, Rüsuhi Bey’i bunun nedenini öğrenmekle görevlendirmişti.

Gazi çalışırken Rüsuhi Bey ile Genel Sekreter Tevfik Bey geldiler.

“Evet?”

Rüsuhi Bey bilgi sundu:

“Öğrencilerin çoğu hatırlı kimselerin çocukları. Öğretmen bu yüzden öğrencileri sıkmıyor, ders yapmak yerine daha çok oyun oynatıyormuş.”

Gazi Tevfik Bey’e,

“İlgililerle konuş…” dedi, “...bu dalkavuk öğretmeni oradan alsınlar. Hatır gönül dinlemeden öğretmenliğin gereğini yapacak birini yollasınlar.”

“Peki efendim.”

Çankaya’daki küçük okula yeni bir öğretmen atanmıştı.

Çalışkan, ciddi, öğrencilerini yetiştirmek için çabalayan gerçek bir öğretmendi.

Sabiha, Rukiye ve Zehra yine ödevlerini yapmamışlardı.

Üstelik öğretmene kafa tutuyorlardı.

Üçüne de bağırmaya başladı:

“Susunuz! Hem tembel hem şımarıksınız. Kimin nesi olursanız olun, tembelliğe, şımarıklığa, hele küstahlığa hakkınız yok. Şimdi okulu terk edin. Bir daha da buraya ayak basmayın!”

Zehra, “Sizi Gazi Paşa’ya şikâyet edeceğiz!” dedi.

Öğretmen kıpkırmızı kesildi.

Kapıyı gösterdi:

“Çıkııııııın!”

Kızlar çantalarını toplayıp sınıftan çıktılar.

Öfkeden gözlerinden yaş iniyordu.

“Her şeyi Gazi Paşa’ya anlatalım.”

“Bizi azarlamak, kovmak ne demekmiş anlasın.”

“Eski öğretmen ne iyiydi. Hep oyun oynatırdı.”

Koşa koşa köşke geldiler.

Gazi’yi buldular.

“Ne oldu? Anlatın bakayım.”

İçlerini çeke çeke anlattılar:

“Eski öğretmenimiz çok iyiydi.”

“Bu her gün ev ödevi veriyor.”

“Her gün sınav yapıyor.”

“Bilemezsek azarlayıp duruyor.”

“Tembeller diyor.”

‘Şımarıklar diyor.”

“Bu yoksul millete kaça mal olduğunuzu biliyor musunuz diyor.”

“İyi davransın diye sizin kızınız olduğumuzu söyledik.”

“Aldırmadı bile.”

“Çok gücümüze gitti.”

“Biz de kızdık, ev ödevimizi yapmadık, bundan sonra da yapmayacağımızı söyledik.”

Sabiha elinin tersi ile gözyaşlarını sildi:

“Üçümüzü de sınıftan kovdu.”

“Bir daha da gelmeyin dedi.”

Gazi “Bitti mi?” diye sordu.

“Bitti.”

Ayağa kalktı:

“Çok kötü bir şey yapmışsınız çocuklar. Savaştı, işgaldi, iyi bir eğitim görmediniz. Öğretmen eksiklerinizi tamamlamaya çalışıyor. Daha ne istiyorsunuz? Öğretmene karşı gelmek ne demek? Öğretmenlikten daha yüksek bir mevki mi var sanıyorsunuz?”

Kızlar Gazi’yi herkesten yüksek sanıyorlardı. Çok bozuldular.

“Rüsuhi Bey!”

“Buyrun efendim.”

“Al bunları hemen şimdi okula götür. Öğretmenin elini öpüp af dilesinler. Mesleğinin gereğini yaptığı için de kendisine çok teşekkür ettiğimi söyle. Bize böyle gerçek öğretmenler gerek. Haydi okula!”

Kızlar süklüm püklüm okulun yolunu tuttular.

“Demek öğretmen Gazi Paşa’dan daha yüksekti ha!”

(Hüseyin Keklik sayfasından alınmıştır. Teşekkürler)