Bizim yaştakiler hatırlar "Anadol"u.

Dün tam 55 yaşına basmış.

Haberi görünce içim bir tuhaf oldu.

İlk Türk arabasıydı yollardaki.

Aslında "Devrim" de vardı ama yola çıkamadı, belki de çıkarmadılar o başka.

Sanayici Vehbi Koç'un yerli otomobil üretmek gibi bir hayali varmış aslında.

1928 yılında Ford ürünlerinin Ankara bayisi olan Koç, II. Dünya Savaşı'ndan sonra da İtalyanlar'la Fiat traktörlerinin Türkiye'de üretimi için işbirliğine girmiş.

1959'da kurduğu Otosan Fabrikaları'nda Ford markası altında 1960 senesinde günde 8 adet Ford Thames kamyon ve 4 adet Ford Consul otomobil montajı ile başlamış işe.

1961'de Ford Thames Trader minibüs üretimi, 1963-1965 yılları arasında da 240 adet Ford Taunus 17M station wagon otomobil montajı takip etmiş çalışmaları.

Otosan çatısı altında bir Türk otomobili üretmek istiyormuş ve bunun için Ford'la görüşmeye gittiğinde firma yetkilileri ona yılda en az 23.000 adetlik üretimin işletmeyi amorti edeceğini anlatıp, otomobil ithal ederek satmaya devam etmesini salık vermişler.

Çünkü 1966 yılında ülkede yıllık otomobil tüketimi ancak, 2.000 ile 3.000 adet civarındaymış.

1963 yılında Otosan'ın Ankara'daki dağıtım şirketi Otokoç'un önünde oturan Bernar Nahum (Otomotiv Grubu Başkanı) ve Rahmi Koç'un dikkatlerini yedek parça almak için gelen bir bayinin aracı (Sussita 12/50) çekmiş. Arabayı incelemeye başlayan bu ikili, aracın karoserinin sacdan yapılmadığını görmüşler.

Aracın sahibi, karoserde "Fiberglas" isimli yeni bir malzeme kullanıldığını söyleyince bu yeni malzeme Koç' ların ilgisini çekmiş.

Bu arada Ford kamyonlarının sürücü kabinini, maliyet nedeniyle fiberglastan imal etme fikri Otosan'da kabul görmüş. Ford'dan onay alınarak İngiliz firması Reliant'a bir şoför kabini yaptırılmış.

Bu projenin hayata geçmesi ve malzemenin kendisini kanıtlaması Koç'u cesaretlendirmiş ve harekete geçirmiş.

Vehbi Koç Reliant'a giderek bir prototip yaptırdı ve FW 5 (Four Wheeler 5) olarak adlandırılan bu prototip, tam olarak hazır olmamasına rağmen yola çıkarılmış ve İngiltere'den İstanbul'a 63 saatte gelmiş.

Otomobili 22 Aralık 1965'te inceleyen ve deneme sürüşü yapan Sanayi Bakanlığı yetkilileri, üretimi 10 ayda gerçekleştirmeleri ve fiyatının TL 30.000'nın altında olması şartıyla üretim izni vereceklerini açıklamışlar. 10 Ocak 1966'da resmi başvuru yapılmış.

Bu arada otomobile isim koymak için bir anket düzenlendi. Ankete gelen 100.000'i aşkın mektupta 2000'den fazla isim önerisi vardı. Bunlar içinde en beğenilen Veko (Vehbi Koç), Anadolu, Anadol, Otosan gibi teklifler olmuş.

Bu isimler arasından yeni otomobile "Anadol" ismi uygun görülmüş.

Planlandığı gibi 19 Aralık 1966'da ilk yerli otomobil olan Anadol üretim bandından inmiş. Otomobilin satış fiyatı TL 26.800 idi ve bu rakam 1966'daki döviz kuruyla 2.980 dolara eşitmiş.

Anadol, aralarında ABD'nin de bulunduğu 11 ülkeden, toplam değeri 1 milyon poundun üzerinde ihracat teklifi almış.

Ama Türkiye'deki talebin yüksekliği ve üretimin küçük boyutlarda oluşu nedeniyle bu talepler yerine getirilememiş ya da küçük bir bölümü yerine getirilmiş.

Anadol daha piyasaya çıkar çıkmaz, bir karşı çıkma güdüsü ile karşılaşmış.

"İnekler yedi", "Tamircide fareler Kemirdi... Sabah arabayı bulamadılar" gibi asılsız dedikodularla da karşılaşmıştı bile…

MUSTAFA KEMAL'İN ASKERLERİYİZ

Ne demişler?

"Mustafa Kemal'in askerleriyiz!"

Kim demiş?

Yeni mezun olan teğmenler…

Vay sen misin diyen?

30 Ağustos'ta Kara Harp Okulu'ndan teğmen olarak mezun olan subaylar hangi sloganın, nerede ve nasıl atılacağını bilmez mi?

Bilir?

İşte o sebeple protokolün tören alanından ayrılmasının ardından atmışlar bu sloganı.

Yani?

Tören bitmiş.

Herkes dağılmaya başlamış.

Protokol gitmiş.

Havaya şapka atmak gibi bir şey.

Yeminden sonra hepsi izinli sayılıyor.

Peki bu tepki neden?

İki teğmene, "TSK'dan ayırma cezası verilmesi maksadıyla" Yüksek Disiplin Kurulu'na sevke ilişkin tebligat yapılmış…

Vay! Vay! Vay!

Onca sınavı geçmiş, onca masraf yapılmış ordumuzun şerefli teğmenleri bir slogana feda edilecek öyle mi?

"Atatürk'e bağlılık bir suç mudur peki?

Olamaz!

Zira 10 Kasım'da Cumhurbaşkanı "Gazi'nin ömrü 10 yıl daha yetseydi, Türkiye başka konumda olacaktı"  demezdi.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e bağlılık sloganı atan teğmenlerin ihracına halk ne diyor?

Tamamı tepkili mi?

Ne yazık ki hayır…

Hani meşhur hikâye vardır.

Nedense aklıma geliverdi de "Yazayım" dedim…

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir zamanlar bir büyük otlakta öküz sürüsü yaşarmış.

Yaşarmış yaşamalarına da civardaki aslanlar öküzleri bir türlü rahat bırakmazmış.

Sürekli öküz sürüsüne saldırırlarmış. 

Ee, öküz dediğin de öyle yabana atılır hayvan olmadığından bir araya gelir aslanlara karşı birlik olurlar, birkaç sıyrıkla saldırıyı atlatırlarmış.

Gün geçtikçe aslanları bir kaygı almış, gitgide güçten düşmüşler.

“Herhalde bize bu otlağı terk etmek düşüyor” demiş içlerinden biri.

 “Evet” diye tasdik etmiş diğerleri.

"Nereye gideriz" diye düşünürlerken sürünün en çelimsiz, ama kurnaz mı kurnaz olan Topal Aslan söze girmiş.

“Hayır” demiş, “Hiçbir yere gitmiyoruz. Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi.”

Topal Aslan yanına bir iki aslan daha alarak öküzlerin yanına beyaz bayrak çekerek gitmiş.

Öküzler bakmış aslanlar elinde beyaz bayrak geliyor yaklaşmışlar.

Topal aslan konuşmaya başlamış:

“Biliniz ki biz aslanlar barışçı bir milletiz. Hele öküzlerle hiçbir alıp vermediğimiz olamaz. Size defalarca saldırdık, ama niye biliyor musunuz? Hep o sizin aranızdaki Sarı Öküz yüzünden. Onun rengi öyle sizinkiler gibi değil ki. Gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Onu gördük mü ne kadar barışsever olduğumuzu unutup size saldırıyoruz ve sürünüze zarar veriyoruz. Yoksa bizim sizinle hiç bir alıp veremediğimiz yok. Onun yüzünden hepiniz zarar görüyorsunuz. Bunların hepsi Sarı Öküz’ün suçu, verin onu bize, siz kurtulun, biz de barış içinde yaşayalım."

Öküzler aslanı dinlemiş.

Boz Öküz diğer öküzlerle birlikte aslanların teklifini değerlendirmiş.

Bir tek yaşlı Benekli Öküz “Olmaz” demiş ama kendini kimseye dinletememiş.

Zavallı Sarı Öküz diğer öküzlerin kurtuluşu için aslanlara kurban edilmiş.

Uzunca bir süre öküz sürüsüne saldıran olmamış.

Ama aslanlar sonra gene acıkmış.

Topal Aslan yanına birkaç aslan daha alarak öküzlerin yanına gitmiş.

"Gördünüz ya biz aslanlar ne denli uysal milletiz. Doğru kararınız için sizi bir daha kutlamak isterim. Siz de huzur içindesiniz, biz de. Ne mutlu. Yalnız buraya bunları söylemek için gelmedim. Büyük bir problemimiz var."

“Ne?” diye sormuş Boz Öküz.

“Şu sizin Uzun Kuyruk” demiş Topal Aslan.

“Öyle uzun bir kuyruğu var ki nereden baksak görünüyor. Gözümüz dönüyor, sürüye saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Bir onun suçu yüzünden korkarım hepiniz zarar göreceksiniz. Gelin onu bize verin. Sulh içinde yaşayalım…”

Boz Öküz yine istişare yapmış sürünün diğer öküzleriyle.

Yine sadece Benekli Öküz karşı çıkmış.

Ama kimse onu dinlememiş.

Hepsi “Verelim gitsin” demişler.

Uzun Kuyruk’u sürüden dışlamışlar.

Uzun kuyruk çırpına çırpına aslanlara yem olmuş. 

Aslanlar her geçen gün semirirken öküzler her geçen gün zayıflamış.

Aslanlar küstahlaştıkça küstahlaşıyorlarmış.

Artık bir sebep bile söyleme gereği bile duymadan “Verin bize şu öküzü yoksa karışmayız” diyorlarmış.

Zavallı öküzlerin “Hayır” diyebilecek güçleri kalmamış.

Hepsi birer birer aslanların pençesinde can vermiş.

En sona Boz Öküz ve birkaç öküz kalmış.

“Ne oldu bize, ne zaman kaybettik bu savaşı aslanlara karşı, oysa ne kadar da güçlüydük?” diye sormuş biri Boz Öküz’e.

“Biz” demiş Boz Öküz pişmanlıkla titreyerek, “Bu savaşı Sarı Öküz'ü verdiğimiz gün kaybettik.”

KARAR VER!

Cicero'yu bilirsiniz.

Hani MÖ.106 ila MÖ. 43 yılları arasında yaşamış, askerler tarafından idam edilerek öldürülmüş…

Romalı bir devlet adamı, hukukçu, bilgin, filozof, yazar…

Cicero’ya yaşlılığında şöyle bir soru sorulmuş:

"Üstad, yeniden gençliğe dönmek ister miydiniz?"

Şöyle yanıt vermiş:

“Yarışı birinci bitiren bir at, neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki…”

Hayatı olduğu gibi kabul edeceksin.

Başka yolu yok.

Doğa kanununu değiştiremezsin.

Kaderini değiştiremezsin.

Değiştireceğin tek şey, yaşamın.

Ondan zevk almasını bilmezsen Cehennem,

Olduğu gibi yaşarsan Cennet olur sana.

Bir kenara çekilip, pencere önünde sokaktaki çocukları seyredersen işin zor.

Al eline bastonu, çık sokağa, git parka.

Biraz muhabbet et birileriyle.

Kahveye dal zaman zaman.

Komşularınla, mahalleli ile anlat…

Hareket et, durma öyle.

Problem vücutta değil, sende tabii ki.

Tembelliğe alıştırma kendini, dikil bir şeyler yap.

Esiri olma geçmiş yılların.

Geri dönüş yok artık.

Hep ileri bakmak insanı ayakta tutacak olan şey.

Hiç olmadı bir şeyler yaz,

Şiir yaz, hikâye yaz, roman yaz, makale yaz.

Hiç olmadı roman oku, hikâye oku.

Baktın olmuyor, bir enstrüman çal,

Oyala kendini hobilerinle,

Örgü ör, maket yap, puzzle birleştir…

Sudoku çöz, bulmaca çöz…

Bak kardeşim!

Sana tavsiye şu cümlede saklı aslında.

W. E. Gladstone söylemiş;

"Yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanırsın..."

Sen karar ver o halde…

Başkasının sana faydası yok.

Geri dönüş ise hiç yok!

ÖĞRETMENLER

24 Kasım öğretmenler gününün yaklaştığı şu günlerde size alıntı yaptığım bir yazı paylaşmak istiyorum.

Öğretmenlerimizin;

CİMER'e şikâyet edildiği, darp edildiği, hakaret edildiği, başına naylon geçirilip sosyal medyada paylaşıldığı bir dönemde hem de…

Japonya'ya giden bir öğretmen anlatmış:

Bir gün Japon meslektaşım hocam Yamamoto’ya sordum:

"Japonya’da Öğretmenler Günü kutlandığında, siz nasıl kutlarsınız?"

Soruma şaşırarak cevap verdi:

"Öğretmenler günümüz yok" cevabını duyunca, ona inansam mı inanmasam mı bilemedim.

Aklımdan şöyle bir düşünce geçti: “Ekonominin, bilimin, teknolojinin gelişmiş olduğu bir ülke neden hocaya, işine bu kadar saygısızlık ediyor?”

Bir keresinde işten sonra Yamamoto beni evine davet etti.

Okuldan uzakta yaşadığı için metroya bindik. Akşam “Yoğun saatlerde” metro vagonları aşırı kalabalıktı.

Bir şekilde içeri girdikten sonra korkuluğu sıkıca kavrayarak ayakta kaldım.

Yanımda oturan yaşlı adam, aniden bana yer verdi.

Bir yaşlının bu kadar saygılı tavrını anlamadığım için önerilerini kabul edemedim ama ısrarcıydı, oturmak zorunda kaldım.

Metrodan indikten sonra yaşlı adamın davranışını Yamamoto’dan açıklamasını istedim.

Yamamoto gülümseyerek öğretmen rozetimi işaret etti ve şöyle dedi:

-"Bu yaşlı adam senin öğretmen olduğunu gördü ve statüne duyduğu saygının bir göstergesi olarak koltuğundan vazgeçti."

Öğretmen Yamamoto'ya ilk gidişim olduğu için elim boş gitmek utanç vericiydi, ben de bir hediye almaya karar verdim.

Yamamoto ile düşüncelerimi paylaştım, bana destek oldu ve ileride indirimli fiyatlarla mal alabileceğim bir öğretmen mağazası olduğunu söyledi.

Yine duygularımı tutamadım:

"Ayrıcalıklar sadece öğretmenlere mi veriliyor?" diye sordum.

Sözlerimi onaylayan Yamamoto şunları söyledi:

"Japonya’da öğretmen en saygı duyulan meslek, en saygı duyulan kişidir. Japon girişimciler dükkânlarına öğretmenler geldiğinde çok mutlu oluyorlar, bunu kendileri için büyük bir onur olarak görüyorlar."

Japonya’da kaldığım süre boyunca, Japonların öğretmenlere ne kadar saygı duyduğunu defalarca gördüm.

Metroda kendilerine ayrılmış koltuklar var, onlar için ayrı dükkânlar açılıyor, öğretmenler hiçbir ulaşım türü için bilet kuyruğuna girmiyor.

Bu nedenle Japon öğretmenlerin hayatlarının her günü onların, öğretmen gününe ihtiyaçları yoktur.

Ya!

Hani öğretmenlerimizi görünce ayağa kalktığımız yıllar!

Hani sokakta öğretmenimizi gördüğümüzde önümüzü iliklediğimiz yıllar!

Hepsi unutuldu, geçti gitti…

Yazık ettik kendi kendimize.

Çok yazık hem de!

DEMOKRASİ

Muhalefet partileri hız kesmeden iktidarı eleştiriyor.

Haklılar mı?

Sonuna kadar hem de.

Şu sıralar delegelerini seçen ve kongre yapmaya başlayan iktidar partisi AKP, kanunun istediği gerekleri yerine getirmekle meşgul.

"Aman ne güzel, demokrasi bu işte" diye sevinirken bir bakıyorsunuz, vekil adayı, belediye başkan adayı, il başkanı, ilçe başkanları yukarıdan "Şak!" diye atanıveriyor.

Delegeye sormadan, kimseye danışmadan…

Gözünüzü muhalefet çeviriyorsunuz.

O da ne?

Aynısı bunlarda da var.

DP kongre yapıyor, aday olup yarışmak isteyeni bahanelerle aday yapmıyorlar.

Bunun üzerine iki vekil istifa etmek üzere sıraya giriyor.

CHP ise ön seçim sözü veriyor.

Ama yapmıyor.

Bunu hatırlatanları partiden ihraç ediyor.

Zamanında kanuni şartları yerine getirenler MHP'de olağanüstü kongre istedi, "Vay sen misin?" denilerek kongre isteyenler ihraç edildi.

Kimse huzurunun kaçmasını istemiyor,

Altındaki koltuk gitsin istemiyor.

"Küçük olsun, benim olsun",

Veya

"İktidar bende olsun, gerisi hikâye", demekten vazgeçmiyor.

"Demokrasi" diyorsunuz ya.

Sözde var ama icraatta yok.

İktidarı, muhalefeti hepsi aynı…

Değişen bir şey yok!

ANADOL

Bizim yaştakiler hatırlar "Anadol"u.

Dün tam 55 yaşına basmış.

Haberi görünce içim bir tuhaf oldu.

İlk Türk arabasıydı yollardaki.

Aslında "Devrim" de vardı ama yola çıkamadı, belki de çıkarmadılar o başka.

Sanayici Vehbi Koç'un yerli otomobil üretmek gibi bir hayali varmış aslında.

1928 yılında Ford ürünlerinin Ankara bayisi olan Koç, II. Dünya Savaşı'ndan sonra da İtalyanlar'la Fiat traktörlerinin Türkiye'de üretimi için işbirliğine girmiş.

1959'da kurduğu Otosan Fabrikaları'nda Ford markası altında 1960 senesinde günde 8 adet Ford Thames kamyon ve 4 adet Ford Consul otomobil montajı ile başlamış işe.

1961'de Ford Thames Trader minibüs üretimi, 1963-1965 yılları arasında da 240 adet Ford Taunus 17M station wagon otomobil montajı takip etmiş çalışmaları.

Otosan çatısı altında bir Türk otomobili üretmek istiyormuş ve bunun için Ford'la görüşmeye gittiğinde firma yetkilileri ona yılda en az 23.000 adetlik üretimin işletmeyi amorti edeceğini anlatıp, otomobil ithal ederek satmaya devam etmesini salık vermişler.

Çünkü 1966 yılında ülkede yıllık otomobil tüketimi ancak, 2.000 ile 3.000 adet civarındaymış.

1963 yılında Otosan'ın Ankara'daki dağıtım şirketi Otokoç'un önünde oturan Bernar Nahum (Otomotiv Grubu Başkanı) ve Rahmi Koç'un dikkatlerini yedek parça almak için gelen bir bayinin aracı (Sussita 12/50) çekmiş. Arabayı incelemeye başlayan bu ikili, aracın karoserinin sacdan yapılmadığını görmüşler.

Aracın sahibi, karoserde "Fiberglas" isimli yeni bir malzeme kullanıldığını söyleyince bu yeni malzeme Koç' ların ilgisini çekmiş.

Bu arada Ford kamyonlarının sürücü kabinini, maliyet nedeniyle fiberglastan imal etme fikri Otosan'da kabul görmüş. Ford'dan onay alınarak İngiliz firması Reliant'a bir şoför kabini yaptırılmış.

Bu projenin hayata geçmesi ve malzemenin kendisini kanıtlaması Koç'u cesaretlendirmiş ve harekete geçirmiş.

Vehbi Koç Reliant'a giderek bir prototip yaptırdı ve FW 5 (Four Wheeler 5) olarak adlandırılan bu prototip, tam olarak hazır olmamasına rağmen yola çıkarılmış ve İngiltere'den İstanbul'a 63 saatte gelmiş.

Otomobili 22 Aralık 1965'te inceleyen ve deneme sürüşü yapan Sanayi Bakanlığı yetkilileri, üretimi 10 ayda gerçekleştirmeleri ve fiyatının TL 30.000'nın altında olması şartıyla üretim izni vereceklerini açıklamışlar. 10 Ocak 1966'da resmi başvuru yapılmış.

Bu arada otomobile isim koymak için bir anket düzenlendi. Ankete gelen 100.000'i aşkın mektupta 2000'den fazla isim önerisi vardı. Bunlar içinde en beğenilen Veko (Vehbi Koç), Anadolu, Anadol, Otosan gibi teklifler olmuş.

Bu isimler arasından yeni otomobile "Anadol" ismi uygun görülmüş.

Planlandığı gibi 19 Aralık 1966'da ilk yerli otomobil olan Anadol üretim bandından inmiş. Otomobilin satış fiyatı TL 26.800 idi ve bu rakam 1966'daki döviz kuruyla 2.980 dolara eşitmiş.

Anadol, aralarında ABD'nin de bulunduğu 11 ülkeden, toplam değeri 1 milyon poundun üzerinde ihracat teklifi almış.

Ama Türkiye'deki talebin yüksekliği ve üretimin küçük boyutlarda oluşu nedeniyle bu talepler yerine getirilememiş ya da küçük bir bölümü yerine getirilmiş.

Anadol daha piyasaya çıkar çıkmaz, bir karşı çıkma güdüsü ile karşılaşmış.

"İnekler yedi", "Tamircide fareler Kemirdi... Sabah arabayı bulamadılar" gibi asılsız dedikodularla da karşılaşmıştı bile…