Cehaletin yenilmesi zor bir şey olduğunu söylemeye gerek yok.

Atatürk bile o kadar savaştan çıkmış, cumhuriyet kurmuş ve onca zorlukları es geçerek “Asıl savaş şimdi başlıyor; o da cehaletle savaştır” demiş.

Cahil insan modeli, demokrasilerden uzaklaşan her iktidar modeline hizmet etmesi için özellikle yaratılır.

Sormaz, soruşturmaz, ne dersen ona inanır, biraz gelir ile mutlu olup kendi iktidarına şükreder.

Çarşı Caddesinde yeğenimin sahip olduğu Cafede oturuyoruz.

Havaların soğuması sebebiyle yeni aldığı ve oldukça hoşuma giden dış mekân sobasını değerlendirip, bilgi alıyorum.

İlgimi çeken bu alet hakkında;

“Nasıl yanıyor, neyle yanıyor, ne kadar yakıyor ?” gibi konular hakkında sohbet ediyoruz.

Müşterinin de ilgisini çekiyor ve soğuk havada ateşin başında olmak, onunla ısınmak hoşlarına gidiyor.

Bir aile geldi.

2 küçük çocuklu.

Görüntülerinden Çanakkaleli olmadıkları ve başka bir şehirden gezmeye geldikleri belli oluyordu.

Masadaki cam sigara tablası, çocuklar zarar vermesin diye anne tarafından diğer masaya kaldırıldı.

Baba ise sigarasını yaktı.

Bir müddet içtikten sonra izmaritini uzanarak, yanan dış mekân sobasının yakıt besleme deliğinden içeri attı.

Çabucak tutuşabilen katı yakıtın, atılan bu sigara ile tutuştuğu fark edilmese, belki de bir facia oluşabilirdi.

İnsan, “Ne olacak ya!” şeklinde düşündüğü sürece bu tip kazalar, facialar yaşanmaya devam edecek.

Gel de rahmetli Atatürk’ü anmadan geçme.

Atatürk, o yıllarda cehaleti yenmek için ve eğitim yönünden memleketin kalkınması için elinden geleni yapmıştı.

Bunun için Avrupa ülkelerine öğrenciler gönderilmiş, döndüklerinde hemen hepsi bu ülke için yararlı hizmetlerde bulunmuşlardı.

Okuduğum şu yazı ile nerelerden nerelere geldiğimizin özetini de aktarmak istedim aslında…

Ankara Gazi Lisesi’nin o yıllarda iki parlak öğrencisi vardı;

Can ve Gazi…

İkisinin de ideali Avrupa’da okumaktı.

Bunun için de çok önceden para biriktirmeye başlamışlardı.

Okulu bitirince, o yıllarda ismi Maarif Vekâleti olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Yurt Dışına Öğrenci Gönderme Programı” çerçevesinde başvurularını yaparak sınava girmişler ve her ikisi de kazanmışlardı.

Can ile Gazi birlikte devrin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’e giderler.

Bakan her ikisiyle de konuştuktan sonra Can’ı dışarı çıkarır ve Gazi ile baş başa kalır.

Ona “Seni Avrupa’ya gönderiyorum ama Can’ı gönderemem. Çünkü o benim oğlum, onu gönderirsem iltimas yaptığım dedikodusu etrafa yayılır.”

(Şimdilerde ise iltimas yapılmazsa ayıp sayılıyor o ayrı)

Bu konuşmanın ardından Gazi odadan çıkar ve kapıda bekleyen arkadaşına durumu üzülerek anlatır.

Bunun üzerine Can da “Mademki öyle, o halde benim biriktirdiğim parayı da sana vereceğim” der.

Gazi, yurtdışına gitmiş ve dünyanın sayılı beyin cerrahlarından Dr. Gazi Yaşargil olmuştur…

Ama siz Can’ı da merak ediyorsunuz değil mi?

Can ise; Ankara Üniversitesi’nde eğitimi yaptı, ailesinin imkânlarıyla yurt dışına gitti, Cambridge Üniversitesinde Latince ve Yunanca okudu, çeşitli elçiliklerle çevirmenlik, Londra BBC radyosunun Türkçe bölümünde spikerlik yaptı.

Kimdi bu Can?

O, ünlü yazar, eleştirmen ve şair Can Yücel’den başkası değildi…

Şimdilere gelelim.

Bizler ise Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyeti emanet alan, Mustafa Kemal’in askerleri olarak yemin eden teğmenleri ordudan atıyoruz.

Yazıktır, günahtır, ayıptır…

BASIN ŞU PARAYI

Uzmanlar diyor ki; “Para basmakla enflasyon olmaz, enflasyon olduğu için para basılır…”

Ama bizim iktidarımızın; “Para basarsa ülkedeki enflasyon olduğu meydana çıkacak” diye ödü patlıyor.

Enflasyon meydana çıkarsa ne olacak?

22 yıldır iktidar oldukları ülkenin perişan durumu ortaya çıkacak.

İşçiler, emekliler, çalışanlar zam isteyecek,

Yıllardır ülkeyi çok iyi idare ettikleri yalanları ortaya çıkacak.

Basın kardeşim şu parayı artık.

500’lük mü basarsınız, 1000’lik mi?

Yoksa 5000’lik mi?

Basın da, siz de kurtulun, biz de.

6 sıfır atmak kolaydı.

“At gitsin!” dediniz, attınız.

Ama ilkel ekonomi politikalarınızla 6 sıfırsız parayı koruyamadınız.

Şimdi öyle hale getirdiniz ki, 6 sıfıra ihtiyacınız var.

Ne oldu?

Yapamadınız değil mi?

Şimdi banknot basmayarak yeni ekonomi modelleri üretmeye başladınız öyle mi?

“Para basmazsak enflasyon düşer” gibi.

Hiç saklamayın canım, biz sizin nasıl ekonomist olduğunuzu iyi biliriz.

Yaşadık çünkü.

Batırdınız hala düzeltemiyorsunuz zira…

BİZDE EKONOMİ

Bizim Temel uluslararası ekonomi toplantısına katılır…

Devletin topladığı vergi dağılımını tartışırlar…

Konuşmacılardan biri Amerikalı, biri Avrupalı, biri de Temel..

Ortaya bir fikir atılır…

Halktan toplanan vergiler nasıl dağılım yapılacak.

Amerikan vatandaşı söz alır:

-“Biz Amerika’da önce yere bir çizgi çizeriz ve sonra topladığımız vergileri havaya atarız… Çizginin soluna düşen paraları halka hizmet olarak geri veririz, sağ tarafta kalan devlete kalır, yatırım yaparız…”

Derken Avrupalı söz alır ve:

-“Bizim Avrupa’da başka ama ona benzer bir uygulama yaparız… Önce yere bir daire çizeriz… Halktan toplanan vergileri havaya atarız. Dairenin dışında kalan halka hizmet olarak geri döner, dairenin içine düşenleri devlet harcamalarına kullanırız…”

Sıra bizim Temel’e gelir ve başlar anlatmaya:

-“Ula uşaklar ne güzel anlattunuz. Keşke bizda sizun çirkefluklerunuzi değil da habu çalışkanluğunuzi alsak… İnanun bizum öyle bir uygulamamız yok… Bizde daha kısa oluyi… Bi kere öyle yere çizgi çizmezuk… Bizde hükümet halktan toplar vergileri… Atar havaya. Yere düşenleri kendilerine harcama yaparlar… Havaya kalanlar halka hizmet olarak geri döner…”

***

ABD, İngiliz ve Türk maliye bakanları bir araya gelmiş; “Kamu çalışanlarının durumlarını” görüşmektedirler.

ABD Maliye Bakanı der ki:

-“Bizim araştırmalarımıza göre kamu görevlilerimizin bir aylık geçimi için 1000 dolar gerekiyor. Biz onlara 1500 dolar veriyoruz. Bunun 1000 dolarını çeşitli ihtiyaçlarına harcıyorlar, 500 dolarını nereye harcıyorlar bilemiyoruz.”

İngiliz Maliye Bakanı sözü alır:

-“Bizim araştırmalarımıza göre kamu görevlilerimizin bir aylık asgari geçim endeksi 1000 Sterlin. Biz çalışanlarımıza 1400 Sterlin veriyoruz. 1000 Sterlinini çeşitli ihtiyaçlarına harcıyorlar. 400'ünü ne yapıyorlar bilmiyoruz.”

Bizim Mehmet Şimşek sözü alır:

-“Yapılan hesaplara göre kamu çalışanlarımızın asgari bir aylık geçimi için 60 bin lira gerekiyor. Biz 20 bin lira veriyoruz. Gerisini nereden buluyorlar bilemiyoruz.”

***

Adamlar bizim ekonomi için şu terimi bulmuşlar;

“Üçkâğıt ekonomisi….

Nasıl oluyormuş bu?

Şöyle izah ediyorlar;

“Üçkâğıtla kast edilen, Dolar, Faiz ve Borsa.”

Bu tabiri kullanan ve literatüre kazandıran isim ise ekonomi profesörü Osman Altuğ’muş.

Şöyle açıklıyor bu ekonomiyi;

“Sermayenin Dolar-Faiz-Borsa üçgeninde döndüğü, hiçbir zaman üretim ve istihdama katkı sağlamayan bir modeldir…”

Özetliyor;

“Yatırım, üretim ve istihdamdan uzak ekonomi politikaları, tek adam rejiminin hukuksuz, sorumsuz, keyfi, denetimsiz uygulamaları ve görülmemiş boyuttaki israfıyla birlikte milyonları fakirlik ve sefalete sürükledi.”

Ülkenin durumu için bundan daha iyi özet olamazdı zaten.

Üçkâğıt ekonomisi bizi esir almış gidiyor desenize…

HANGİSİ İYİ?

Anlamadığım şu;

Seçim olursa; “Kime oy vereceksin?” diye sorduğumuzda

“Kime vereyim?” diye cevap veriyor.

“Yahu ülkenin durumu ortada, kime verirsen ver” diyoruz, hala anlamıyor.

Meşhur fıkra vardır;

Bektaşi'nin önüne iki testi şarap koyup “Bak bakalım hangisi daha iyi?” demişler.

Birinci testiden bir yudum içmesiyle ağzındaki şarabı yere tükürmesi bir olmuş. Eliyle içmediği testiyi işaret edip, “Bu daha iyi” demiş.

“Onun tadına bile bakmadın baba erenler” diye itiraz edecek olmuşlar, “Bundan kötü olamaz” diye cevaplamış…

Anladınız siz onu…

DOKTOR OLMAK

Onun tek suçu; Zeki, Çalışkan ve Başarılı bir öğrenci olmaktı.

Cehaletin, cahilliğin en büyük alkışı aldığı, pohpohlandığı, baştacı edildiği bir ülkede okuyan biri olmak, zaten başlı başına büyük bir suçtu.

Ama o daha da büyük bir suç işledi, daha çok okuyup insan hayatı kurtarmak için doktor oldu.

Yetmedi, biraz daha çalışıp Kardiyoloji uzmanı oldu.

İşlediği suçlar bununla kalsa iyiydi ama o yine durmadı.

İncecik damarları açarak, müdahale ederek, ilaç vererek, tedavi ederek binlerce hayat kurtardı, şifa verdi.

Çok büyük suçlar işledi çok...

Oysa o da kafasını başka işlere yorsa, bir kaç ihale kotaracak kadar kapasiteliydi.

Belki tosuncuklar gibi milleti de çarpabilirdi.

Ya da başına iki takke,  bir cüppe atıp hikâyeler, hurafeler anlatarak peşine binler takabilirdi.

Ömrü boyunca lüks, şatafat içinde yaşayabilirdi

Ama o böyle yapmadı.

Gece gündüz poliklinikte, nöbetlerde, acillerde çalışarak, çabalayarak evine helal ekmek götürdü.

Ancak “Düzgün ve dürüst vatandaş” olmanın suç sayıldığı bir ülkedeydi.

Ve elbette bütün bu suçları cezasız kalacak değildi.

Eğitimli, akıllı, bilgili insanların istenmediği bir ülkede bugün ceza sırası kendisindeydi.

Uzman Doktor Ekrem Karakaya, %99’unun Müslüman olduğu bir ülkede, “Hasta birini kurtaramadı” diye, vurularak katledildi…

Onun tek suçu Türkiye gibi cahillerin baştacı edildiği bir ülkede zeki, çalışkan ve başarılı doktor olmaktı...

DELİ DEYİP GEÇME

“Deli deli, kulakları küpeli” derdik çocukken.

Aklıma bir hikaye geldi önce unutmadan yazayım;

1940'lı yıllarda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nden bir gün 30 kadar deli kaçar.

Hastanenin başında Mazhar Osman’ın olduğu zamanlardır.

Hemşireler bir gün telaşla Mazhar Osman’a koşarak haberi verirler: “Efendim yandık! 30 deli birden hastaneden kaçmış!”

Mazhar Osman hiç bozuntuya vermez, odacıdan paspas yaptığı süpürgeyi, hemşireden ise hastalardan birinin uzun paçalı donunu ister!

Odacı ve hemşire içlerinden “Tamam Mazhar Bey’i de kaybettik!” diyerek, isteği yerine getirir.

Mazhar Osman süpürgenin sopasının ucuna uzun donu bir bayrak gibi bağladığı gibi, “Asker adımlarıyla” hastaneden dışarı çıkar!

Hemşire ve zavallı odacı, “Hah tamam! Şimdi kaçanların sayısı 31 oldu!” diye dövünmektedir.

Görüntü şudur:

Mazhar Osman, ucunda bir uzun don olan “Bayrağı” sanki kutsal bir sancakmış edasıyla iki eliyle önünde tutmakta ve “Kaz adımıyla” Bakırköy sokaklarında yürümektedir! Bir de garip bir marş söyler: “Deli marşı!”

Böylelikle Mazhar Osman, elindeki kutsal sancakla bu marşı söyleyerek Bakırköy’de “İki tur” atar.

Üç saat sonra, Mazhar Osman hastanenin kapısında görünür.

Görüntü aynıdır:

Kaz adımı yürüyüşle muzaffer bir komutan edasındaki “Başhekim”, bu garip marşı bağırarak içeri girmektedir.

Arkasında da hastaneden kaçan deliler!

Başhekimi izleyen kuyruğun en sonundaki deli de içeri girdikten sonra kapılar kapatılır ve sayım yapılır.

Başhekimin peşine tam 130 kişi takılmıştır!

Bunlar bizimkiler, bir de elin delisi var.

Adı: “Deli Petro”

Eski bir Rus Çarı olan Petro Romanov’un (1672-1725) zamanında yaptığı delilikler şöyle sıralanmış;

1- Deli Petro 22 yaşında Çar olduğunda ilk yaptığı iş, ilk Rusça gazetenin çıkışını sağlamak olmuş.

2- Ardından Avrupa'nın kullandığı Jülyen Takvimine geçilmesi emrini vermiş.

3- Kadınların kendi rızaları olmadan evlendirilmesini yasaklamış.

4- Rus alfabesini geliştirmiş.

5- Evrensel kitapları Rusçaya çevirtmiş ki bunlar arasında Kuran-ı Kerim de varmış.

6- İlk hastaneyi ve ilk tıp fakültesini kurdurmuş.

7- Rus Kilisesinin siyasete müdahalesine son vermiş.

8- Bilimsel gelişmeleri görmek için Avrupa şehirlerini gezmeye çıkmış.

9- Ünlü Alman bilim adamı Leibniz ile dostluk geliştirmiş ve Leibniz'in tavsiyesiyle, Saint Petersburg Bilimler Akademisi'ni kurmuş.

10- Akademi masrafları gümrük ve liman gelirlerinden karşılanmış.

11- Akademiye katılan yabancı bilimcilere üç katı maaş verilmiş. Böylece Avrupa'nın en önemli bilim adamları Rusya'ya gelmiş.

12- İlk bilimsel dergiyi çıkartmış.

13- Avrupa'nın en önemli kütüphanelerinden birini kurdurtmuş.

14- Uzay Gözlem Enstitüsü, Botanik Bahçesi, müze, basımevi, sanat atölyeleri kurulmuş.

15- Bunların üye ve başkanları, Akademi'de yapılan oylamayla seçilmiş. “Deli” Petro hiç müdahale etmemiş.

16- Rusya Bilimler Akademisi üyeleri, bugüne kadar 20 Nobel almış.

Hani düşünüyor da insan:

Adam deliymiş, ya akıllı olsaydı?