Yıllar önceydi... Yaz tatillerinde köyümüz  Maksutlu'ya, Dedemlere gidiyoruz. Hem Babaannem'e hem de Dedem'e yardımcı oluyoruz.

 İki evimiz var...

Alttaki ev, benim de doğduğum ev... Alt katı, ahır... Üstte de biz yaşıyoruz...

Üstteki evde Dedem kalıyor. Onun altı da ahır;ancak, orada bir faaliyet yok... Çitimiz var... Babaannem orada her şeyi yetiştiriyor. İki sağılır hayvanımız var... Bir de danamız var... Ben, yine Dedem'in dikip büyüttüğü bize ait ormana hayvanları götürüyorum ve sonra kitap okuyorum. Hayvanlar, belli bir saate kadar orada otluyorlar ve bizim bir şey yapmamıza gerek kalmadan, tekrar  eve dönmek için yola  çıkıyorlar. Yani, hayvanları ahırdan çıkarsanız;onlar, kendiliklerinden gidip gelecek gibi...

Babaannem, süt ürünlerinin tamamını kendisi yapıyor. Tavuklarımız var. Ayrıca, Ur ve Uluk adlı iki köpeğimiz var.

Onlar, Babaannemin yaptığı yaldan başka bir şey yemezler... Evimizin gerçek koruyucularıdır... Evimizin çevresinde bir yabancı olsa, kati surette içeriye giremezler... Bize gelecekler, Babaannem'e seslenerek köpekleri tutmasını isterler ve öyle misafir olarak gelirlerdi... Benim için güzel günlerdi... Akşam yemeğinden sonra, Ocak başı sohbetleri yapılır. Hayat dersi verilir... Sonra yatsı namazı kılınır ve yatılırdı...

Babaannem'in kalkışında, üzerine hiçbir zaman güneş doğmamıştır. Güneşi, erken kalkarak o karşılardı. Ağzından hiçbir kötü söz çıkmazdı... Ağzı dualıydı...

 

Bir gün, Dedemle Salı günleri olan pazara gittik. Alışveriş yaptık ve sonra yürüyerek köye dönüyoruz... İlçe merkezi ile köyümüz arası  sekiz kilometre... Dedem yürümek istemişti... Beraber yola çıktık... Yolda, dedem bazı konularda bilgiler veriyor. Kıssalar anlatıyor... Yaklaşık bir kilometre kadar yürümüştük. Bu arada, bizim gibi yürüyerek köyüne dönen kişiler de bize yetişti... Biz yürüyoruz, onlar da bize katıldı. Bazılarının sırtında yükleri de var. Bize yetişen bizi geçmiyor ve bizim hızımızda yürüyordu... Sonra, bir ara geriye  doğru baktım ki yaklaşık yirmi kişi birikmişti.

Ben, elimle geçip gidin, işareti yaptım. Kimse, geçip gitmiyordu... Ben de "neden gitmiyorsunuz?" diye sordum... Sessizce, Dedemi göstererek onun önünde yürümekten hicap duyarız, dediler ...

Ben, şaşırmıştım!

Dedem'e saygılarından kimse, onun önünde yürümüyordu... Çok çok şaşırmıştım! Sırtında yükleri olanlar da yükün ağırlığına rağmen, geçip gitmiyorlardı...

Yolda, bulunan sebil çeşmelerden birisine yaklaşmıştık. Ben, Dedeme seslenerek: Dede! Ben yoruldum... Çeşme başında biraz soluklanalım, sonra gideriz, dedim. Dedem de kabul etti. Sonra, hem su içtik hem de soluklanmak için oturduk... Ben, yola devam edeceklere işaretle siz gidin, dedim. Hemen hepsi, Dedemden izin isteyerek yollarına devam ettiler...

Yolda, Dedemle ikimiz kalmıştık.

Biz de biraz sonra yola çıktık. Dedem, Rus işgalini, Ermeni ve Rum zulmünü anlattı... Babasının Sarıkamış'ta nasıl şehit düştüğünü, Ağabeyleri Mehmet ve Yusuf' un, Ruslar ve Ermenilerce nasıl kurşuna dizilerek şehit edildiğini anlattı.. Sonra, köyümüze geldik.

 

Benim için farklı bir tecrübe oldu. Toplumumuzun, büyüklere saygısını da görmüş oldum. İnsanımızın mayasını sağlamlığına hayran olmuştum...

Türk, her yerde örnek bir kişilikti...

Türk'ü sevmemek mümkün mü!?

**

Aradan, elli yıldan fazla bir süre geçti... Şimdi, etrafımıza baktığımızda, olanları görünce zaman tünelinden  geçerek geldiğimiz bu günlerin Türk'e hiç yakışmadığını söylemek bile hafif kaçmaktadır...

 

Genç, arabasını komşusunun kapısına, giriş ve çıkışı engelleyecek şekilde koyuyor. Yaşlı ev sahibi "arabanı biraz ileri çekermisin!, dediğinde ona küfrediyor. Hakaret ediyor ve Jandarma marifetiyle araç yerinden çektiriliyor...

 

Adam, siyaseten güçlü bir kişilik, hukuku, kendi çıkarına göre şekillendiriyor. Maden çıkaracağım, diye yüz yıllarca dedelerinin de  oturduğu üç köyü haritadan siliyor, on kadar köyde hayatı çekilmez kılıyor, toplamda yirmi kadar köyün "sirkadyen hayatını" bozuyor ve bunu yapmada da  kendisini haklı görüyor...

Bu köylerde birikmiş olan insancıl hatıraları silip atıyor... Buna, kimse de "hop hemşehrim! Yaptığın doğru değil!" diyemiyor...

Bu köylerimizde, mezarlara bile saygı duyulmayacak bir icraat yapılmak isteniyor ki " yazık ki ne yazık! "

 

Köylüler, yad elde kalmış bir Vatan'a dönmüş! Zalimin insafına kalmış...

 

Ya emekliler!

Tarihlerinde görmedikleri kadar, bir zulme uğramışlardır... Açlık sınırının da altında kasıtlı olarak bıraktırıldılar ki her türlü olumsuzluğa " evet! "desinler, diye sağlıklı düşünceden uzaklaştırılmışlardır...

Bunun sonuçları da çok kötü  olacaktır, derim.

 

Ha!

Emekliler için,

"zor oldu yaşamak, hak oldu ölüm! " yargısı oluştu...

Karar vericiler, "yapmayın! Etmeyin!" Türk Milleti'nin doğuştan getirdiği güzel özelliklerini törpülemeyin!

 

"Elinde, yâd elinde...

Öt bülbül yâd elinde...

Bir diyâr mezar olsun!

Kalmasın yâd elinde!"(1)

 

Siyasilere de sözümüz, ülkemizi yâd elinde zulme uğrayan bir ülke durumundan çıkararak, insanlarımızı, insanca yaşam seviyesine getirecek tedbirler alıp, düzlüğe çıkarın isterim...

 

Yine, bu işi yapamayacaksanız, milletin yakasından düşün, derim...

 

" Türklüğün nereye doğru gittiğini gören, ona göre çalışan, keskin gözlü, doğru düşünceli Türkler vardır..." (2)

 

Bilgi edinmeniz dileğiyle...

**

Düşünmeye, okumaya, yazmaya ve konuşmaya devam...

(1 ) Mehmet Muşoğlu, Türkmeneli'nden

(2)Yusuf Akçura'dan