İnsan neden hep eskiye özlem duyar.

Gelişen teknoloji ve bilime ayak uydurmak öyle kolay değil.

O sebeple hep eskiyi hatırlar ve anarız.

Sosyal medyada paylaşmış birisi o günleri.

Alıntı yapmadan geçemedim.

Sebep şuydu;

Bu yazıyı buraya çivilemek, zira özlem duydukça tekrar tekrar okumak içindi amacım.

“Cumbalı evlerin pencerelerindeki pervazlarda Vita yağı kutularına özenle ekilmiş Çiçekler vardı.” diye başlıyor yazı.

Zaten daha girişte alıyor içine insanı.

Sonra devam ediyor yine ruhumuza üfleyerek;

“Radyoda: Münir Nurettin Selçuk’un,

Yesari Asım Arsoy’un, Müzeyyen Senar’ın,

Safiye Ayla’nın, Hamiyet Yüceses’in,

Zeki Müren’in, Barış Manço’nun,

Cem Karaca’nın, Tanju Okan’ın,

Beyaz Kelebekler’in şarkıları çalardı.

Plaklar ise otuzüçlük (Long Play) ve Kırkbeşlik idi.”

.

“Yaz akşamları en büyük zevkimiz Yazlık Sinemalarımızdı.

Yazlık sinemalarımızda, Uludağ gazozlarımızı alır, çekirdeğimizi çıtlatırdık.”

Biz Çanakkale’de meşhur Çanka Gazozu ile çekirdek çıtlatırdık.

Çanakkale’de ise Yazlık sinema olarak;

Belediye Sineması, Orduevi Sineması, İpek Sineması, İnci ve Emek Sinemaları vardı.

Bir de Boğaz Sineması varmış ki, ben yetişemedim.

“Çizgi Romanlar en büyük aşklarımızdı…” diye anlatmaya devam ediyor:

“Teksas, Tommiks, Zagor, Kaptan Swing, Kızıl Maske, Tom Braks,

Cep Fotoromanları, en büyük tutkularımızdan biriydi.

Sinemaların önünde, okunan kitapların değiş tokuşunu yapardık.” deniyor.

“Golden ve Zambo sakızlarından çıkan artiz resimlerini biriktirirdik.”

“Kışın sokaklar kömür kokardı.

Genellikle ağaç kömür dediğimiz kalitesiz kömür kullanılırdı.

Çünkü odun pahalıydı.”

Hele o kömürü kömürlüğe taşıması yok muydu?

Aman yarabbi!

Odun bir derece iyiydi de, kömürü taşıdıktan sonra “Kunta Kinte”ye dönüşürdük resmen.

Aklanmak için tonlarca su harcanırdı…

Devam anlatmaya;

“Kış akşamları sokaklarda ‘Bozaaaa’ diye bağıran bozacının sesi yankılanırdı.”

Bizim mahalledeki bozacı; “Booo… zaa… cııı!... Kaymak bozammm!” diye bağırırdı.

Ayrıca leblebi de satardı yanında.

Boza almak, içmek bile bir gelenekti.

Bir akşam gelmese merak edilirdi;

“N’oldu acaba?” diye.

Anlatmaya devam;

“Mahallenin çocukları toplanıp kardan adam yapardık.

Sobalı evlerin buğulu camlarına isimlerimizin baş harflerini yazardık.”

Şimdiki çocuklar kara hasret.

Nerede o eski karlar?

Zaten sokakta çocuk ta yok.

Kalmadı.

Her taraf sessiz, sakin.

“Çocuk sesine hasret kaldık” desem yeridir.

Kapının önünde mahalle maçı yapsalar da camdan yarı belime kadar sarkıp bağırsam onlara; “Oğlum Ahmet soldan sürekli gelen çocuğu iyi tut. Golleri hep oradan yiyorsunuz!” diye…

Aynı “Bizimkiler” deki “Cemil” gibi.

“Sevim koş! Çocuklar top oynuyor…”

Anlatıya devam;

“Kredi kartı yoktu.

Herkes cebindeki kadar yaşardı.

Herkes birbirini tanırdı.

Söz senet sayılırdı.”

Alıntı yaptığım yazı bu kadar.

Şimdi sıra bende;

O devirlerde para azdı ama değeri vardı.

Para pul değildi.

Enflasyon filan bilmezdik, asgari ücret filan.

Herkes mutluydu.

Mutlu olmasını bilirdi.

Öğretmen değerliydi,

Önünde düğmelerimizi iliklerdik, görünce ayağa kalkardık.

Bilgiye ulaşmak zor olduğundan talebeler için değerliydi.

“Dindar, kindar” lafları yoktu o zamanlarda…

Eskiden her fert;

Vatanına, milletine saygı duyardı, “Mustafa Kemal Atatürk” denilince insanların içi titrerdi, kimse rahatsız olmazdı.

Şimdi ki gibi soruşturma açılmazdı…

Askere gitmeyene kız verilmezdi.

Çünkü askerlik Vatan borcuydu.

O zamanlar “Paralı yapacağım” dese biri linç edilirdi belki de…

Bir asker arkadaşım vardı kulakları çınlasın. Çocuğun iki ayağında da platin varmış, zor yürüyordu.

Komutana raporlarını uzattı.

Komutan “Seni askeri hastaneye sevk edelim, gelen rapora göre seni terhis ederiz” deyince bizim arkadaş karşı çıktı; “Olmaz komutanım askerliğimi yapmazsam benimle dalga geçerler memlekette, kız filan vermezler. Bana çay ocağında filan görev verin, yapayım da askerliğim bitsin” demişti.

“Askeri hastane” lafı geçince aklıma geldi sahi;

Eskiden Askeri hastaneler vardı…

Sabah ezanı okununca yatılmazdı, kalkılıp dinlenirdi.

Hacılara, hocalara saygı duyulurdu.

Camiler kalbi saf iman ile dolu vatandaşlarla dolup taşardı.

Din, “Aracı olarak” kullanılmazdı.

“Dinciler” yoktu, “Dindarlar” çoktu…

Yöneticiler vatanseverdi, vatandaşa saygılıydı, kimse menfaat bilmez, kimse kimseye hakaret etmezdi…

Devlet malları korunur, kıymetleri bilinir, onlara zarar vermek vatana ihanet etmek ile eş tutulurdu.

Adalet herkese eşitti.

Kimse kayrılmaz, en tepeden, en dibe kadar adalet terazisi aynı tartardı.

Rüşvet almak, vermek utanç vericiydi.

Bunu yapanlar oldu mu toplum tarafından dışlanırdı.

Cezası çok ağırdı…

Eskiden mi?

Eskiden çok iyiydik…

Şimdi özlem duyuyoruz;

“Nerede o günler!” diye…

MUSTAFA KEMAL OLMAK

Şimdilerde “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganından rahatsız olanlar var ya, hatta birilerini onunla eş tutanlar var ya, onlara gelsin bu yazı.

Sevgili Sunay Akın anlatmış.

“İzmir’de bir sinema kapısından içeriye giren seyirciler, harem ve selamlık uygulamasına uygun olarak salonu ortadan bölen perdenin iki yanına otururlar; bir tarafta erkekler, öteki tarafta kadınlar.

Tam film başlayacaktır ki, görevliler gelir ve perdeyi kaldırarak, seyircilere aileleriyle bir arada oturabileceklerini söyler.

İlk kez bir sinemada anne, baba ve çocukların bir arada oturup film izlemeleri için ortadaki perdenin kaldırılması emrini, salonda bulunan hatırı sayılır bir devlet adamı vermiştir.

Sinema sahibi Cemil Bey, birkaç film gösterdikten sonra onur konuğuna yaklaşarak havayı yumuşatmak için bir de “Şarlo” filmi göstermek istediğini söyler. “Fena olmaz” yanıtını alınca da beyaz perdede Şarlo’nun filmi başlar…

Bundan sonra salonda neler olup bittiğini Oğuz Akay’ın “Beni İki Kadın Çok Sevdi” adlı kitabından okuyoruz:

‘Bu film, Şarlo’nun bir ziyafete davetsiz gittiğini, balkonda yediği dondurmanın bahçede oturan tuvaletli bir hanımın koynuna düşmesini gösteren çok eğlenceli bir hikâyeydi. Herkes o kadar çok güldü ki.’

Film bitip salonun ışıkları yandığında tüm salon hala gülmektedir.

Şarlo’nun filmini, kadın ve erkekleri ayıran perdeyi kaldırtıp, bir araya getirttiği aileler gibi eşi Latife Hanım ile yan yana izleyen onur konuğu Mustafa Kemal Atatürk, Cemil Bey’e şunu söyler:

‘Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim, şunu bir daha gösterir misiniz?’”

DEVENİN HAKKI 

Adam uzun yıllar devesiyle uzun yollarda taşımacılık yapmış.

Yaşlanan deve ise yolun sonuna gelmiş.

Artık öleceğini anlayınca: “Sahibimi çağırın da helallik vereyim” demiş.

Devenin sahibi: “Ne hakkı varmış ki bende?” diye sormuş.

Ama yine de merak etmiş.

Dayanamayıp devesinin yanına gitmiş.

-“Ne hakkın var ki bende, anlat bakalım?” demiş.

Deve, mütevazi şekilde;

-“Öyle deme! Benim taşıma gücüm belliyken, sen bunun iki katı çuval yüklerdin bana. Bu hakkımı helal ediyorum sana.

İkinci olarak; benim günlük 10 kg yiyeceğe ihtiyacım varken, sen hep 8 kg verir kalanı vermezdin. Bu hakkımı da helal ediyorum.

Üç günlük yolu iki günde gitmem için sopayla döverdin beni. Bu hakkımı da helal ediyorum.

Hatta bir yavrum olmuştu, onu kesmiş, misafirlerinle bir güzel yemiştiniz. Bu hakkımı da helal ediyorum…”

-“Derdin ne o zaman bre deve?” diye aşağılayarak sormuş adam.

-“Amma bir hakkım var ki, onu asla helal etmeyeceğim” deyip hırslanarak,  “Mahşerde bunu senden soracağım.” demiş.

Sahibi merak etmiş tabi, hemen sormuş:

-“Neymiş o bakalım?”

-“Her seferinde ben yolu bildiğim halde, bütün yükü ben taşıdığım halde, yularımı eşeğe verirdin ya. Beni eşeğe mahkûm ederdin ya, işte bu hakkımı sana asla helal etmeyeceğim!”

BİR HİKÂYE

Gençliğimde Şişhane'de, “Sarı Madam” adında bir kahve vardı.

İnsanlar oraya gelir, oyun oynardı.

Aileler de gelir çay içer, simit yer, sohbet ederdi.

Çok güzel bir Haliç manzarası vardı.

Şişhane'den Hasköy'e dönen köşedeydi.

Eskiden kahvenin anlamı, sadece oyun oynanan yer olmaktan çok uzaktı, tam anlamıyla sosyal bir ortamdı.

Kaçamak sigara içmek için de çoğu zaman oraya giderdik…

Bir gün oranın müdavimlerinden “Şapat” adında bir bey geldi.

Biz de yandaki masada arkadaşlarla oturmuş, çay içiyorduk.

Adamın orta halli bir görüntüsü vardı ama sıkıntılı olduğu her halinden belliydi. Arkadaşları da bu durumu fark etmiş olacak ki, içlerinden biri, “Hayrola Şapat, bir derdin mi var?” dedi.

“Sormayın...” diyerek ilk bulduğu boş sandalyeye çökercesine oturdu.

“Anlat be Şapat…”

Adam anlatmaya başladı.

Yanımızdaki masada oturduğu için anlattıklarını bir bir duyuyorduk.

“Benim dört tane dairem vardı. Bankada param vardı. Karımdan kalan ufak tefek birkaç mücevher de vardı. İki kızımı ve damatlarımı çağırdım ve 'Bunları size taksim edeyim, sonra birinizin evinde kalırım, yalnız yaşamak istemiyorum,' dedim. Yaptım da. Her şeyimi onlara verdim. İki kızımda birer yıl kalacaktım, böyle konuşmuştuk. Baştan her şey yolunda gitti. Sonra bu anlaşma aylara, haftalara, şimdi de günlere indi. İkisi de kendi düzenleri bozulduğu için beni evinde istemiyor. Anlayacağınız, beni kapının önüne koyacaklar.”

İshak Efendi diye bir adam, “Bu mudur senin bütün derdin?” dedi, “Sen merak etme, yarın sabah burada buluşalım, senin derdini çözeceğim.”

Biz olanları sonradan kahvenin sahibine sorarak öğrendik.

Zavallı amcanın sonunu çok merak etmiştik.

Bu iki amca, ertesi gün buluşmuş, İshak Efendi cebinden bir anahtar çıkarmış ve Şapat'a vermiş.

Bu bir banka kasası anahtarıymış ve üstünde “OB” harfleriyle bir de numara varmış.

“OB”, Osmanlı Bankası'nın kısaltmasıydı.

Bankanın itibarı da çok büyüktü.

“Bak, bu anahtarı hangi kızının evinde daha çok kalmak istiyorsan o evde kaybetmiş gibi yapacaksın.

Dikkat et de nereye attığını unutma.

Sonra ‘Anahtarım kayboldu’ diye ortalığı ayağa kaldıracak, sonra da bulacaksın.

Kızın sana ‘Bu ne anahtarı?’ diye sorduğunda, ‘Ne anahtarı olacak, kasa anahtarı. Sen bütün varlığımı size verdiğimi mi zannediyorsun? Paralarım, tahvillerim, banka kasasında duruyor. Kimin evinde ölürsem, anahtar ve kalan servetim onun olacak. Kafamdaki plan bu’ diyeceksin.”

Şapat Bey, İshak Efendi'nin bütün dediklerini yapmış ve sonradan takip ettiğimize göre de küçük kızının evinde krallar gibi yaşayıp ölmüş.

Öldükten sonra kızı ve damadı anahtarı alıp bankaya gitmiş.

Banka da onlara, “Ne böyle bir kasa numaramız var, ne de böyle bir anahtarımız” demiş.

Şapat Bey bir de yazı bırakmış ardından:

“Sizi ancak böyle adam edebilirdim!”

Sonsöz ise İbranice;

“Yeş mamod, yeş kavod…”

Yani:

“Paran varsa, itibarın da vardır.”

DOSTLUK

Neyzen Tevfik, ciğercinin önünden geçerken, parası olmadığı halde içeri dalar ve iki porsiyon ciğeri götürür, sonra garsonu çağırarak parasının olmadığını, sonra vereceğini söyler.

Şef garson kabul etmez.

“Ya parayı verirsin, ya da bu gün bulaşıkları siz yıkarsın” der.

Neyzen: “Öyleyse arka sokakta bir dostum var, bir pusula yazayım ona götürün parasını o verir” der.

Şef garson: “Tamam ben giderim” diyerek çıkıp dediği adrese gider.

Şef garson : “Efendim, bu pusulayı size

Neyzen Bey gönderdiler” der. 

Neyzenin dostu, pusulayı okuyunca tebessüm eder ve kaç porsiyon ciğer yediğini sorar.

Garson: “İki porsiyon efendim” diyerek cevap verir.

Adam, üç porsiyon parası vererek “Bir porsiyon daha yesin” der.

Şef garson meraklanmıştır, “Efendim para önemli değil bizde karşılarız yeter ki pusulada ne yazdığını söyleyin”

Dostu pusulayı uzatır.

İki satır yazı vardır...

“Dağladı ciğerci ciğerimin yarasını,

Ciğerparem veriver ciğercinin parasını…”

Kaynak: İnsancıl Sanat Dergisi / Dünya Gözüme Kaçtı

GEVEZELİK

Bizim başbakanlardan biri Çin'e resmî bir ziyarete gitmiş.

Akşamleyin onuruna yemek verilmiş.

Yemek esnasında günün anlam ve önemini belirten bir konuşma yapma sırası gelince paniğe kapılmış.

Yanında oturan ABD'den getirttiği danışmanına dönmüş:

-“Eyvah ne yapacağım? Tek kelime Çince bilmem...”

-“Önemli değil efendim. Ellerinizi bacaklarınıza birleştirin ve eğilerek başınızla selamlayın. Konuşma yerine geçer.”

Başbakan denileni yapmış.

Korkunç bir alkış kopmuş.

Dış ülkelerde sevilmekten pek hoşlanan başbakan, alkışı görünce oturduğu yerden kalkmış, bu kez dört tarafı aynı şekilde ikişer kez selamlamaya devam etmiş.

Ancak biraz önceki alkıştan eser yok.

Bu duruma bozulan başbakan yine danışmanına dönmüş:

-“Yahu ne oldu?”

-“Fazla gevezelik ettiniz, tadı kaçtı.”