Rahmetli “Pakize Suda” nın yazdığı bir makale. Ölmeden çok evvel kaleme aldığı bir yazıymış…
Kasaba esnafından biri olmalıydı kocam. Akşam güneşi batmadan dükkânı kapatıp eve gelmeliydi.
Evimiz bahçeli olmalıydı.
Yaz akşamları sulayıp serin serin oturmalıydık.
Ben orta boylu, tıknazca, ev hanımı olmalıydım.
Cinsiyeti önemli değil, eli ayağı düzgün iki çocuğumuz olmalıydı.
Derslerine yardım edecek kadar eğitimim olmamalıydı ama ara sıra “Dersinizi bitirdiniz mi?” diye sormalıydım.
Daha çok üstleri başlarıyla, yedikleri içtikleriyle, öksürükleri aksırıklarıyla ilgilenmeliydim.
Yavaştan yavaştan çeyizlerini düzmeliydim.
Her ayın 15’i kabul günüm olmalıydı.
Ellerime sağlık kekler, poğaçalar yapmalıydım.
İnce belli bardaklarda çaylar ikram etmeliydim.
Sabahları hırkamı omzuma alıp komşuya kahve içmeye geçmeliydim.
Patlıcan biber kızartmalı, reçel kaynatmalıydım.
Akşamları özene bezene sofrayı kurmalıydım.
Kocam ajansı dinlerken ben lafa girmeliydim, o, “Sus hanım bi dakka!” demeliydi.
Böyle dese de beni çok sevmeliydi.
O uyuklamalıydı, ben bulaşıkları yıkamalıydım, çocuklar ders çalışmalıydı.
Bazen akşam oturmasına komşular gelmeliydi.
Öyle harem-selamlık değil ama kadın-erkek ayrı oturmalıydık.
Erkekler memleketi kurtarırken biz bütün kasabayı dilimizden geçirmeliydik.
Herkes birbirinin eşine “Falanca Bey”, “Filanca Hanım” diye hitap etmeliydi.
Yanlışlıkla bacağımız, göğsümüz biraz açılıverse yüzümüz kızarmalı, hemen toparlanmalıydık.
Şehvetten uzak, şefkate yakın bir cinsel hayatımız olmalıydı.
Gözümüzü birbirimizde açmış olmalıydık, öyle de sürüp gitmeliydi.
Zaten etrafımızda evli barklı komşularımızdan başka kadın olmadığından...
Dükkânda çelimsiz çıraktan gayrı öyle sekreter falan çalışmadığından...
Ortalıkta gidilecek bar mar bulunmadığından...
Mankenler bizim kasabaya uğramadığından...
Ve kocam efendi bir adam olduğundan beni aldatmamalıydı.
Tamam, abarttım biraz.
Belki de böyle bir aile yapısı örneği kalmamıştır artık.
Ama acaba diyorum...
Buna benzer bir hayat tarzı beni daha mutlu eder miydi?
Kendim de dahil uçuk kaçık insanlardan gına geldi. “Normalliği özlüyorum.”
Özgürlüğün tadını çıkaralım derken suyunu çıkardık galiba.
Herkes çok zeki, çok akıllı, çok bilgili, çok şu çok bu. Ve de çok mutsuz.
Prozac’lar leblebi misali.
Çokbilmişliğin kimseye bir faydası yok galiba.
BANA ÖĞRET!
Dervişin biri bir ırmak kenarında abdest alırken suyun içinde çok değerli bir taş görür ve taşı alıp çantasına koyar ve yoluna devam eder.
Akşamüstü bir yerde dinlenmek için oturur.
Bu arada bohçasını açar ve ekmek peynirinden yemeye başlar.
O sırada yakından geçen bir dilenciyi de sofraya davet eder ve ikramda bulunur.
Bir ara dilencinin gözü çantadaki taşa takılır ve Dervişe, “Allah rızası için bu taşı bana verir misin?” der.
Derviş taşı çıkarır ve dilenciye verir.
Dilenci gider ama ertesi sabah tekrar geri gelip dervişi bulup, sorar:
“Bu taşın ne kadar değerli olduğunu biliyor muydun?”
Derviş, “Evet” der.
Dilenci tekrar sorar:
“Yani bunu satınca ömrün boyunca zengin bir hayat süreceğini biliyor muydun?”
Derviş aynı cevabı verir: “Evet…”
Bunun üzerine dilenci:
“Peki bu taşı nasıl kolay bir şekilde bana verdin?”
Derviş: “Allah rızası için demiştin.”
Dilenci sonunda der ki:
“Bu taşı sana bugün geri getirdim. Bunun yerine daha değerli bir şey ver.”
Derviş hayretle sorar:
“Bunun yerine ne istiyorsun?”
Dilenci şunu söyler:
“Bu hale nasıl geldin? Bana bunu öğret!”
HİÇ!
Neyzen Tevfik Bursa da adliyenin önünde bir köylüye “Arzuhal” (dilekçe) yazmaktadır.
Dönemin Sadrazamı Damat Ferit Bursa da bulunmaktadır.
Adliyenin önüne gelince; giydiği gömleğin bir kolu yok, pantolonu yamalı, ayakkabılarını terlik gibi giymiş, yanında yerde duran bir Ney ile birini görünce çok şaşırır.
Böyle giyimli birinin dilekçe yazabileceğine ihtimal vermez.
Dilekçenin bitmesini bekler.
Neyzen Tevfik dilekçeyi bitirir, köylüye dilekçeyi verir parasını alır cebine koyar.
Damat Ferit yanından geçen köylüden dilekçeyi ister, dilekçe Bursa Valisi’ne yazılmış olup, çok güzel el yazısı ve üslup kullanılmıştır.
Böyle bir dilekçenin ezberlenmiş olabileceğini düşünür ve ikincisini bekler.
Bu defa dilekçe Sulh Ceza Hâkiminedir.
Bunda da çok güze el yazısı ve üslup kullanılmıştır.
Bir sonrakini bekler.
Bu defa ki dilekçe, Hariciye Nezaretine (Dışişleri) dir.
Damat Ferit şaşkındır.
Böyle giyinen birinin bu tür dilekçeler yazabileceğine bir türlü inanamaz.
Neyzen Tevfi' in yanına gider; “Gel seni valiliğe katip olarak aldırayım.” der.
Neyzen Tevfik düşünür; “Peki sonra?” der.
Damat Ferit, “Çok yetenekli olursan, başkatip olursun…”
Neyzen Tevfik, “Peki sonra?”
Damat Ferit, “Sonra seni Saraya, İstanbul’a aldırırım orada katiplik yaparsın.”
Neyzen Tevfik yine düşünür ve “Peki sonra?” diye sorar.
Damat Ferit, “Orada da başarılı olursan başkatip olursun.”
Neyzen Tevfik yine düşünür:
“Peki sonra?”
Damat Ferit, “Sonra benim yerime belki sadrazam olursun.”
Neyzen Tevfik, “Peki ya daha sonra?”
Damat Ferit sinirlenmiştir, “Bu ülkeye padişah olursun” diye cevaplar.
Neyzen Tevfik yine aynı şekilde bıkmadan sorar: “Peki sonra?”
Damat Ferit iyice sinirlenir ve sertçe: “Sonrası Hiç!” der.
Bunun üzerine Neyzen Tevfik sakince konuşur:
“Ya beyim, ben zaten bir Hiç’im! Bir Hiçlik için bu kadar zahmete değer mi?”
DRAKULA
Çoğunlukla ve yanlışlıkla Vlad Dracula ve Osmanlı'ya atfedilen “Kazığa bağlanmanın”, asıl kökeni Asurlulara dayanıyormuş.
Onlar, düşmanlarına karşı bir taktik olarak bu acımasız yöntemi kullanan ilk milletmiş.
Asurlular, MÖ 9. yüzyıldan 7 yüzyıla kadar zirveye ulaştıkları dönemde, sadece ağır bir ceza olarak değil, aynı zamanda psikolojik bir silah olarak da uygulamışlar bu kazık işini.
II. Ashurnasirpal gibi krallar düşmanlarına terör aşılamak ve ayaklanmaları bastırmak için bu korkunç uygulamayı kullanıp, kurbanların cesetlerini sık sık halka açık bir şekilde başkalarına uyarı olarak sergilemişler.
Drakula lakaplı Kazıklı Voyvoda daha sonra bu yöntemi benimsemekle kötü şöhrete kavuşsa da hükümdarlığından çok önce Babilliler ve Persler gibi birçok eski medeniyet tarafından uygulanmış zaten.
İLK TARKTÖRÜMÜZ: HSG
Türkiye’nin ilk yerli ve milli Traktörü HSG, 1963 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde üretildi.
Yapımını üstlenen 3 Türk mühendisin isimlerinin baş harfini taşıyan (H: Hamit Demirtaş, S: Süleyman Kadayıfçılar, G: Gazanfer Harzedan) HSG Traktöründen yalnızca iki adet üretilebildi.
O yıllarda üretilen Devrim arabaları, Bozkurt ve Karakurt buharlı lokomotifleri, Vecihi Hürkuş, Nuri Demirağ, Nuri Killigil, Şakir Zümre ile aynı kaderi paylaştılar.
HSG Traktörlerinin seri üretimleri maalesef yapılamadı.
Devrim otomobili gibi aynı kaderi paylaşarak Türk sanayine kazandırılamadı.
TÜKETİM ÇILGINLIĞI
18. yüzyıl aydınlanma çağı düşünürlerinden Fransız yazar ve Filozof Denis Diderot’un borç içinde olduğunu duyan Rus İmparatoriçesi Büyük Katerina, Diderot’un kütüphanesini satın alıp, 25 yıllık maaşını da peşin ödeyerek onu zor durumdan kurtarır.
Maddi durumu düzelen Diderot’a bir arkadaşı çok şık bir kadife sabahlık hediye eder.
Giydiği yeni sabahlığın verdiği keyifle çalışma masasına oturan Diderot, bu eski masanın yeni ve gösterişli sabahlığına hiç uymadığını fark eder.
Aldığı yüklü miktar paranın verdiği rahatlıkla sabahlığa uygun yeni bir çalışma masası alır.
Ancak bu kez yerdeki eski halı sabahlığına ve masasına yakışmamaktadır.
Yeni bir halı alır.
Bu şekilde eski resimlerini, koltuğunu, duvar halısını, sandalyelerini derken evindeki her şeyi tamamen yeniler.
Sonunda bütün parası biter ve yine borçlanır.
Ancak o zaman aklı başına gelir ve kendisini nasıl bir tüketim çılgınlığına kaptırdığını anlattığı “Eski sabahlığım için pişmanlık” adlı bir yazı yazar.
Bilinçli bir alışveriş düşüncesiyle yapılmayan ve ihtiyaç olmadığı halde alınan şeyleri açıklayan bu tüketim sarmalına “Diderot Etkisi” denmektedir.
SÖYLEYEMEZDİM
Eski Bir İstanbul hanımefendisi anlatıyor:
Yıl 1919.
İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı.
Liseyi yeni bitirmiştim.
Güzel bir kızdım.
Dünür gelmeye başladılar.
Biri avukatmış.
Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim.
Nişanlandık.
Nişanlımı seviyordum.
Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum.
Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı.
“Ayşe’nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş” dediler.
Alt üst oldum.
Babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu…
Yıkıldım.
Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti.
Evlenmiştim, bir de çocuğum olmuştu.
1924 yılıydı.
Artık ülkemiz özgürdü.
Bir gün Beyoğlu’nda rastladım ona.
Oğlum yanımdaydı.
Beni görünce titredi, ceketini düğmeledi.
Saygı göstererek durdu önümde.
“Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim”, dedi.
“Olur”, dedim.
Bir büroya girdik.
Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu.
İçerde yardımcıları çalışıyordu.
“Siz gerçekten avukat mısınız?” dedim. “Evet”, dedi.
“Peki, avukatsınız da neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz?” diye sordum.
Durdu, başı öne eğildi.
“Beni affedin” dedi, “İstanbul işgal altındaydı, her taraf İngiliz askeri kaynıyordu. Her şeyi didik didik arıyorlardı. Biz de Anadolu’ya, Milli kuvvetlere, ancak cenaze süsü vererek tabutlarda silah kaçırıyorduk. Bu ülke için hayati bir işti. Bunu size bile söyleyemezdim...”
ESKİDEN GENÇ OLMAK
Eskilerden diye başlayan yazılar paylaşınca, bir arkadaşım bana sosyal medyadan bulduğu “1970 ve 1980’lerde genç olmak” başlıklı bu yazıyı yollamış.
Yazıda nalatıyor:
“Evet bu günkü gençlerin sahip olduğu pek çok şeye sahip değildik ...
Ne bilgisayarımız vardı ne cep telefonumuz.
Televizyonumuz siyah beyaz ve tek kanallıydı.
Elektrik ve sular sık sık kesilirdi, cumartesi günleri de okula giderdik.
Tüp gaz, sana yağı, çay, şeker, kuyruklarına girerdik.
Raflarda binbir türlü yiyecek içecek markaları yoktu.
Lewis, Lee, Tomy Hilfigger,Adidas, Puma, Nike, Benetton, LC Waikiki, Deichmann giymezdik.
Mc Donals, Pizza Hut, King Burger'de karnımızı doyurmaz, Starbucks'ta kahve içmezdik.
AVM, Süpermarket, Barkod, Bankamatik, Kredi kartı, On line, mp3, mp4, Usb, Bonus gibi kavramları bilmezdik.
Konuşurken “Atıyorum, Oha, Adamsın, iyi ki varsın, sıkıntı yok, bye” gibi uyduruk kaba saba kelimeleri kullanmazdık...
Arkadaşlarımızla selamlaşırken kafamızı tokuşturmazdık.
15 yaşındaki kızlara “Bayan”, tanımadığımız yaşlı beylere “Dayı” demezdik.
Ne idiğü belirsiz saçma sapan delikanlılık raconlarına prim vermezdik.
Okullardaki müfredat programları ağırdı ama hakkından gelirdik.
Üçüncü sınıftayken “Kerrat Cetvelini” ezbere bilirdik.
Kitap okurduk, Dünyada olup biten her şey bizi ilgilendirirdi.
Geleceğe ümitle bakardık, çünkü biz “Sevginin gücüne” inanıyorduk, hala ona inanıyoruz...
KAYBOL
Bektaşi’ ticaret yapmak için acilen 2 milyona ihtiyacı vardır.
Camiye gider ve başlar dua etmeye;
-“Allah’ım bana 2 milyon ver ne olur… Ticarete atılacağım... Allah’ım bana 2 milyon ver ticaret yapacağım...”
Hemen yanındaki dilencinin şöyle dua ettiğini görmüş;
-“Allah’ım bana 50 lira ver ne olur, ekmek alacağım da...”
Bunu duyan Bektaşi hemen cebinden çıkarıp 50 lira vererek şöyle der;
-“Şimdi kaybol buradan ve gözüme gözükme… Böyle ufak işlerle yaradanı meşgul etme... Kör müsün burada büyük işlerle uğraşıyoruz...”