KABAK
Vaktiyle bir derviş berbere gidip:
“Vur usturayı berber efendi” der.
Berber dervişin saçlarını bir tarafını kazımaya başlar ve tam da diğer tarafa usturayı vuracakken, mahallenin kabadayısı kapıdan içeri girer.
Doğruca tıraş olan dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir şaplak atarak:
“Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım” diye hönkürür.
“Dövene elsiz, sövene dilsiz” olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder.
Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder derviş ile: “Kabak aşağı, kabak yukarı.”
Nihayet tıraşı biten, kabadayı dükkândan çıkar.
Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler.
Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir.
Berber dervişe bakar, sorar:
-“Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?”
Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:
-“Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki, kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!”
Ne demiş Yunus Emre?
“Olsun be aldırma Yaradan yardır,
Sanma ki zalimin ettiği kârdır,
Mazlumun ahı indirir şâhı,
Her şeyin illa ki bir vakti vardır...”
“Hayırlı Cumalar” diyerek başlamak lazımdı.
Bu hikâye ile başladım.
Günlerden Cuma olunca azıcık dini ön plana çıkarmak lazım.
Zira bizim diyanetin kendi işlerinden bize ayıracak pek vakti yok gibi.
Ama arasıra çıkış yapıyor, ortalığı ayağa kaldırıyor, sonra bir müddet sessizliğe bürünüyor.
NERESİNİ?
Geçenlerde bir haber vardı diyanet ile ilgili.
Şöyle buyurmuşlar:
“Çiftlerin el ele dolaşması yasak…”
Hani zamanında küs oldukları zaman bir araya geldiklerinde, Demirel ve Ecevit’in tokalaşması karşısında Demirel’e sormuştu bir gazeteci:
“Efendim Ecevit’in elini tutmuşsunuz?”
O da soruyla cevaplamıştı:
“Neresini tutacaktım ya?”
Diyanete sormak lazım:
“Neresini tutacaklardı ya?”
Biz hangi dünyada yaşıyoruz bilemedik?
Dinimizi anlamak adına bu aralar epey sıkıntılar var insanımızda, yöneticilerimizde, siyasetçilerimizde.
Anlamadıkları gibi doğruyu aktarmada da pek mahir değiller.
Baksanıza yüzde 90’ı Müslüman ülkede işlenmedik suç, çalınmadık para, satılmadık uyuşturucu kalmadı.
Binlerce camimiz, binlerce imamımız var.
Kuran kursları, tarikatlar, cemaatler…
Durum?
Berbat.
İşte bir kıssa size.
Bakalım hissesi ne olacak.
DİNCİLER
Dine pek inanmayan bir sabun imalatçısı bir gün konuşmakta olduğu bir hocaya, “Sizin anlattığınız dinin dünyaya bir faydası olsaydı, insanlara bir iyilik getirseydi, aradan geçen bunca zamana rağmen hala kötülük ve kötü insanlar kalır mıydı?” der.
Hoca efendi adamın yüzüne şöyle bir baktıktan sonra:
“Senin yaptığın sabunlar da bir işe yaramıyor anlaşılan. Zira bir işe yarasaydı, ortalıkta hâlâ kir ve pislik kalır mıydı?” şeklinde cevap verir.
Sabuncu itiraz eder: “Adamlar sabun kullanmıyorlarsa benim suçum ne?”
Hoca efendi hemen taşı gediğine koyuverir: “Peki insanlar dinin getirdiklerine uymuyorlarsa dinin suçu ne? Eğer dinin kuralları uygulanırsa ve her alanda dine uygun yaşanırsa tüm dünyaya iyilik ve düzen gelir…”
İşte hissesi…
Herkes kendisine bir hisse çıkarsın.
Zira suç dinde değil, onu kendi menfaatine uydurup, kullananlarda.
Ve dinini öğrenmedikleri için bu tip dincilere inanıp peşinden gidenlerde…
Öyle değil mi?
BALİNA
Zamane veletleri ile uğraşmak gerçekten zor.
Her şeyden haberleri var.
Kandıramıyorsunuz.
Zira ellerinde bütün gün telefon, tablet; Ne kadar ilgili-ilgisiz, faydalı-faydasız bilgi varsa beyinlerine alıyorlar.
Hafızalar taze olduğundan günü, zamanı gelince de bize satıp ders verebiliyorlar.
O sebeple fazla uğraşmayın onlarla yoksa mat olursunuz.
İşte bir örnek:
Küçük bir kız öğretmeni ile “Balinalar hakkında” konuşuyordu.
Öğretmen “Bir balinanın insanı yutmasının fiziksel olarak imkânsız olduğunu” söyleyerek devam ederek, “çünkü balinaların boğazı çok küçüktür.” dedi.
Küçük kız “Yunus Peygamberi bir balinanın yuttuğunu” söyledi.
Sinirlenen öğretmen “Balinanın insanı yutamayacağını” tekrarladı ve noktayı koydu; “Bu imkânsızdır.”
Küçük kız ikna olmamıştı.
İnatla şöyle dedi: “Cennete gittiğim zaman Hz. Yunus’a soracağım.”
Öğretmen sinirle sordu:
-“Ya Hz. Yunus cehenneme gittiyse?” Küçük kız kaşlarını çatarak öğretmenin bu sorusunu şöyle cevapladı:
-“O zaman sen sorarsın” dedi.
MEYVE VEREN AĞAÇ
Tüm bu güzellikleri gelecek nesillere aktarmamız gerek.
O sebeple derler ya; “Bu dünya bize çocuklarımızdan kalan bize mirastır” diye.
Dünyada yapacağımız her iyilik, her kötülük çocuklarımıza, torunlarımıza kalacak bir miras olacaktır.
İşte bunu anlatan güzel bir hikâye;
Harun Reşit veziri ile birlikte tebdili kıyafet dolaşırken, bahçesinde hurma fidanları diken bir ihtiyar görür.
Selam verir ve aralarında şu konuşma geçer:
-“Kolay gelsin baba, ne yapıyorsun böyle?”
-“Hurma fidanları dikiyorum.”
-“Peki, bu diktiğin hurma fidanları ne zamana kadar büyür ve meyve vermeye başlar?”
-“Kim bilir belki on, belki yirmi sene sonra yetişir ve meyve vermeye başlar.
-“Peki onların meyvelerini görebilecek misin?”
-“Bu yaşlı halimle belki göremem. Ama bizden öncekilerin diktikleri ağaçların meyvelerini biz yedik. Biz de bizden sonrakilerin istifadeleri için bu hurma fidanlarını dikiyoruz.”
Bu cevap Harun Reşid’in hoşuna gider ve bir kese altın verir.
İhtiyar, Allah’a hamd eder ve:
-“Diktiğim ağaçlar hemen meyve verdi bile.”
Bu söz üzerine Harun Reşid bir kese daha altın verir ve ihtiyar yine Allah’a hamdeder ve:
-“Herkesin diktiği meyve ağaçları yılda bir defa mahsül verir, benim diktiğim fidan hem hemen meyve verdi, hem de senede iki defa ürün vermeye başladı.”
LAYIK PARA
Bir laf vardır: “Her toplum layık olduklarıyla yönetilir” diye.
Günümüzde örnekleri çoktur.
Diğer taraftan ise;
“Her mal da layık olduğu paraya satılır.” derler.
Dinimizde domuz etinin haram olduğunu bilmeyen yoktur.
Hal böyleyken hala domuz eti tedarik edip, etlere, köftelere karıştıranlar vardır.
“Satan da mı, yiyende mi kabahat?” derseniz, işte orasını siz değerlendirin.
Büyüklerimiz şunu der:
“Ucuzsa mal vardır bir illeti, pahalıysa vardır bir hikmeti…”
İşte buna uygun bir kıssa…
Adamın biri satmak için pazara buğday götürmüş.
Akşam olmuş, pazar toplanmaya başlamış.
Herkes malını satıp savmış fakat bu adamın malına müşteri çıkmamış.
Çıkan da pazarlıkta uyuşmamış.
Adam koca çuvalı geri getirmenin sıkıntısıyla düşünürken meşayıhten (şeyhten, ululardan) birinin yolu pazara uğramış ve adamın halini görünce sormuş:
-“Ne o evlat? Malını satamadın mı? Bak pazar toplanıyor.”
Adamcağız boynu bükük:
-“Müşteri çıkmadı, Efendi Hazretleri!.” demiş.
Şeyh efendi yerden avuç avuç kum alıp buğdaya karıştırmaya başladıktan sonra:
-“Şimdi çıkar evlat!” demiş.
Adam şeyhin bu hareketine itiraza yeltenecekmiş ki; hemen yanı başında beliren müşteri mala talip olmuş. Tebessümle oradan ayrılmak üzere olan şeyhin eteğine yapışıp: “Bunun mucizesi nedir Efendi Hazretleri!” diyen buğdaycıya şeyh şu cevabı vermiş:
-“Sus! Para, layık olduğu mala gider.”
İYİLİK
Günümüzün en büyük sorunlarından biridir yalnız kalan yaşlılarımıza bakmak.
Bir bakıcı bulmak, onun masrafını karşılamak zordur.
Ancak anne veya babadır bu.
Atsan atılmaz, satsan satılmaz.
Canımız, ciğerimizdir onlar.
Ananelerimizde yoktur onlardan ayrı durmak ama kolay da değil tabi.
Bu hikâye bize yol gösteriyor aslında.
Kayınpeder ölünce, yaşlı ve bakıma muhtaç kaynana eve alınır.
Evliliklerinin ilk gününden beri hiç anlaşamadıkları kaynana ile gelin daha ilk günden başlarlar kavgaya.
Adam ne yapsın? Biri başının tacı anası, diğeri gönlünün sultanı hanımı...
Eve geldiğinde gece yarılarına kadar annesinin gelininden şikâyetleri eksik olmaz; ‘Bana bakmıyor, dediğimi yapmıyor, suratını ekşitiyor, kötü davranıyor...’
Gece yarılarından sabaha kadar karısının şikâyetleri; ‘Bana eziyet ediyor, yaptıklarımı beğenmiyor, beni sevmiyor…’
Adam çareyi, evden sık sık uzaklaşmakta bulur. Adeta “Ne haliniz varsa görün” diyerek…
Kadın, artık dertlerini komşularına anlatmaya, çareyi onlarda aramaya başlar.
Komşularından biri ona, o yörede yaşayan bir yaşlı adamın derdine çare olabileceğini söyler.
Kadın bir umut gider gönül ehlinin yanına, durumu anlatır.
Yaşlı adam, elinden geldiğince ana-baba haklarından, sabırdan, Hak’tan bahsetse bile, kadını bir türlü ikna edemez. “Peki” der, “benden ne istiyorsun?”
Kadın “Tek çare onun evden ayrılması, bu ise ancak onun ölümü ile gerçekleşebilir" der.
Gönül ehli önce şaşırır, hiddetlenir, biraz düşündükten sonra; “Pekala ama son defa soruyorum emin misin?” der.
“Emin misin?” sorusunu duyan kadın önce şaşırır. Buraya gelmeden önce planlamadığı ve düşünmeden ağzından dökülen bu büyük suça, bu yaşlı adamın karşı çıkmadan ortak olacak olması onu şaşırtmıştır.
“Evet, eminim” der gemleyemediği o büyük öfkesi ile…
Yaşlı adam “Bekle” der ve bir odaya girer. Biraz sonra odasından elinde bir şişe ile gelir.
“Bu şişede çok ölümcül bir zehir var. Bunu yemeklerine ve suyuna azar azar damlatacaksın” der.
Kadın şişeyi eline alınca, önce biraz korkar, pişman olur gibi olur.
Sonra kayınvalidesini ve ona yaptıklarını düşününce, “Hayır, tek çare bu, buna mecburum” der içinden “
Sonra sorar, “Ama nasıl olacak bu, kimse anlamayacak mı?”
“Bu öyle bir zehir ki, çok tesirlidir. Azar azar katacağın için hiçbir hekim, doktor onu anlayamaz” der yaşlı adam, “Ama dikkat çekmemek için sana ne derse desin, tahammül edeceksin. Ses çıkarmayacaksın. Sürekli güler yüzle davranacaksın. Ona öyle iyi davranacaksın ki, önce seni kabullenecek, yemeklerini yiyecek, suyunu içecek. Son günlerini mutlu geçirecek ve kimsede senden şüphelenmeyecek…”
Kadına mantıklı gelir bu öneri, “Son günlerini yaşayacak, sabredeyim bari” diye düşünür ve şişeyi alarak evine gider.
O gün gelinindeki farklılık hem kayınvalideyi, hem de kocasını şaşırtır.
Kayınvalidesi ne derse desin kadın ses çıkarmıyor, “Peki anneciğim” diyerek iyi şekilde karşılık veriyordur.
Kocası, ilk defa o gece karısından şikayet duymadan yatar.
Ertesi gün kadın, kayınvalidesinin sevdiği yemekleri yapar, yemesi için her tülü kaprisine, nazına katlanır, bağırıp çağırmasına ses çıkarmaz.
Kayınvalide hem şaşırır, hem de gelininin sabrı karşısında yenik düşerek mecburen yer içine zehir katılmış yemeği.
Ertesi gün kayınvalidenin önünde mükellef bir kahvaltı…
Kayınvalide ona bahane bulur, buna bahane bulur ve fakat gelin her ne derse desin “Peki anneciğim” diyor bir dediğini iki etmiyordur…
Kayınvalide, anlam vermediği bu farklılığa rağmen, hemen pes etmeye niyetli değildir.
Kadın da sabrediyor ve içinden “Nasılsa zamanın azaldı, görürsün sen!” diyerek kendini tatmin ediyordur.
Bir haftanın sonunda kaynana ilk defa “Sağol kızım” demiştir.
Kadın afallar…
Birkaç gün sonra artık eskisi kadar onu eleştirmiyor, suratını eskisi gibi asmıyordur. Hatta o gün bazı işlerinde ona yardım bile etmiştir.
Ve artık kaynana ona o kadar iyi davranmaya başlar ki, sanki kendi kızıymış gibi… Artık her yere beraber gidiyorlar, beraber iş yapıyorlardır…
Ve o gün kayınvalidesi gece yatarken ilk defa kadına sarılmış ve “Canım kızım Allah senden razı olsun” demiştir…
Kadın gece boyu vicdan azabı çeker, pişman olur, tövbe eder.
Sabah ilk işi yaşlı adama koşmak olur; “Annemi kurtar” diye yalvarır ona...
Annesinin değiştiğini ve artık onu çok sevdiğini anlatır gözyaşları ile…
“Çok pişmanım. Hatta öyle pişmanım ki, benim ömrümden alıp ona vermeye razıyım” der.
Yaşlı adam derki;
“Kızım, pişmanlığın ve gözyaşların, yaptığın hatanın farkına vardığını gösteriyor. Ama korkma, şişenin içinde aslında zehir yoktu. O, bildiğin sudan başka bir şey değildi. Değişen ise, kayınvaliden değil, sendin. Sen ona kötü davranarak, kötülük gördün. İyi davranarak ve sabrederek, sende iyilik gördün. Unutma, menfaatsiz iyiliğin ve sabrın karşısında, hiç bir kötülük duramaz. Hadi şimdi git yanına.”